27 Aralık 2012 Perşembe

Gezegenimiz değil, kafalarımız farklı !

İletişim zor... Düşündüğünüz, söylemek istediğiniz, söylediğinizi sandığınız ve en nihayetinde söylediklerinizin, ağzınızdan çıktıktan sonra karşınızdaki tarafından nasıl algılandığı tamamiyle onun ne duymak istediğine, ne duyduğuna, neyi anladığını sandığına ama aslında ne anladığına bağlı ! Bu çetrefilli durum her tür iletişim için geçerli elbette ama en çok kadın-erkek iletişiminde zirve yapıyor... Peki, neden?

Geçen pazar arkadaşlarla muhabbet döndü dolaştı –nedense – kadın&erkek ilişkilerine ve özellikle ne yapılmalı da ilişkiler sürsün, ikinci haftada patlamasın, konusuna geldi. Ortamda hem erkek hem kadın, hem evli hem bekar olduğu için bi’sürü yorum havada uçuştu. Erkekler çok bencil, kadınlar çok şey bekliyor, erkekler bizi hiç dinlemiyor, diyenler de var. İstanbul insanı -cinsiyet farketmeksizin- kurtun önde gideni, kadını desen şeytan, bu şehirde ilişki yaşanmaz diyenler de. Ama en çok tekrarlanan, kadınla erkek aynı dili konuşmuyor, biri ak derken diğeri kara anlıyor, anlaşamadıkları için de ilişkileri sürmüyor ! Doğru mu? Çok doğru.

Biz neden anlaşamıyoruz? Kadınlar gibi erkeklerin de buna kafa patlattığını bilmiyordum. Ancak söylemem gerekir ki onlarınki çok kısa sürüyormuş. Adam, “Lerzuş ne dedi şimdi yahu?” diye azami beş saniye düşünüp gazete okumaya devam edebiliyor mesela. Neden anlaşamadığımızı aslında ilk paragrafta özetledim; iletişim, hemcins olan iki insan arasında bile bu kadar zorken, “farklı düşünen” iki cinsin kolayca anlaşmasını beklemeyin! Erkeğin ve kadının yetiştiriliş tarzları, büyüme çağında ailede ve en yakın çevrelerinde gözlemledikleri, onlara öğretilenler, kimi zaman kafalarına kakılan örf ve adetler birbirinden o kadar farklı ki... Yetişkin olduklarında farklı düşünmeleri çok normal. Aslında aynı şekilde düşünüp hayatı aynı şekilde yaşasak garip kaçardı.

Pazar muhabbetimizde ikinci hemfikir kalınan ve en sık tekrarlanan yorum ise “beklentiler ilişkiyi öldürüyor”. Evlilik aşkı öldürüyor mu bilemem, hiç evlenmedim. Ancak beklentilerin her türlü ilişkiyi mafettiğinin altına imzamı atarım. “Hiç mi birşey beklemeyeceğiz yani?” diyorsanız, evet, illaki beklentileriniz olacaksa bunları yaşayacağınız ilişkiye yönlendirin, partnerinize değil.

Örneğin; hayatınızdaki özel ilişkiden – aslında bir bakıma hayattan – beklentiniz heyecan dolu olması mı, outdoor sporlar yapan o dağ senin bu zirve benim tırmanan, skydiving yapan birini bulun o zaman. Ya da eğlenmek mi derdiniz? O zaman sosyal çevresi olan, sürekli program yapan ya da her programda aranan biriyle birlikte olacaksınız. Aradığınız huzursa, sükunetse o zaman ev hayatına düşkün, kedisi köpeği olan biri tam size göre! Beklentilerinizi kişiselleştirmeyin; önce bir adamdan/kadından hoşlanıp onu hayatınıza alıp “sevgili yapıp” sonra onu yaşamak istediğiniz ilişki konsepti içine hapsetmeye uğraşmayın kısacası.

Şimdi bana, “Madem olayı çözdün, senin bir ilişkin var mı bari?” diye sorabilirsiniz. Bilmek, başarmanın önkoşulu olabilir ama tek koşulu değilmiş arkadaşlar. Ama ben de boş durmadım, hazır yeni yıl kapıdayken 2013 için beyaz sayfa açtım ve pazar günkü sohbetten hafızalarda kalan iki kapsül gibi bilgiyi bu beyaz sayfaya not ettim; “kadın ile erkek farklı düşünüyor” ve “beklenti ilişkiyi öldürüyor”.

Lerzuş der ki; eminim, bu yazımdakileri daha önce onlarca kere okudunuz, eşinizle dostunuzla konuştunuz, tartıştınız. Zaten biliyordunuz! Sadece bilmek sonuç için yeterli olmuyor maalesef. Bilgiyi içselleştirip, hayat içinde kullanmadığımız müddetçe sen üzgün, ben üzgün, herkes  üzgün... Herkese sevdikleriyle daha çok vakit geçireceği, mutlu ve keyif dolu bir yıl dilerim...

19 Aralık 2012 Çarşamba

Bir suskun kadın ile bir korkak adamın hikayesi...

Ortak bir arkadaşımızın doğumgününü kutlamak için dışarı çıkmıştık o akşam. O, mekana bizden önce gelmişti. Merhabalaştık. O kadar. Son görüştüğümüz anda kalmayıp daha da geriye düşmüştük. Gecenin başlarında tutmaya çalıştı kendini, kontrol etmeye çabaladı. Ben de ondan yana bakmamaya özen gösteriyordum. Ama arkadaşım söyledi, “Sana bakarken gözleri parlıyor, öyle hayran hayran bakıyor ve birden sanki dürtülmüş gibi bakışlarını kaçırıyor” diye. Ben de bakmasam bile hissediyordum tabii, ben tutuk o benden tutuk. Grupça fotoğraf çektiriyoruz, yanıma denk düşüyor ama sarılmayı bırak dokunamıyor bile. Gecenin başında çektirdiğimiz tüm fotoğraflarda iki sepet gibi yanyana durmuşuz öylece...

Nedendir bilmem – belki benim de kasmayı bırakmamla alakalı olabilir – rahatladı, daha sık yanıma gelip daha uzun süre kalmaya başladı. Sıradan sohbetlerimiz uzarken, görüşmediğimiz günlerde birbirimizin neler yaptığını merak ettiğimizi, sorduğumuz sorularla itiraf ettik. Bir ara garsondan hesabı istediğini duydum. “Ne oldu? Gidiyor musun?” dedim, demedim aslında ağladım daha ziyade. Gülerek, “Hayır ne münasebet, beraber çıktık bu akşam, beraber kalkacağız” dedi. “Yaşasııınnnnnn” dedi kalbim, “Hesabı istediğini görünce kalkıyorsunuz sandım” diyebildi dilim.

Bir yanda her notasında ayrı bir hatıra barındıran şarkılar, karşımızda ışıl ışıl boğaz, diğer yanda da o ve ben, yan yana nihayet! Bir müddet sonra birer ikişer grup dağalmaya başladı, arkadaşlar ertesi gün işi bahane ederek evlerin yolunu tuttu. Biz de. Evim, onun yolunun üzerinde. O yüzden aynı taksiye binmemiz ve onun beni eve bırakması kimseye garip gözükmedi, ben hariç. Evimin önüne geldik, kapıya kadar geçirir ve taksiye geri döner diye içimden geçirirken, bir baktım birlikte asansöre binmişiz! Ne bir ses ne bir nefes, tek kelime etmedi. Ben de suskun, önüme bakıyorum. Zaten bizim apartmanın asansörü neye benziyor diye kime sorsam “Tabut” cevabını alıyorum, daracık olmasının yanında bir de yavaş! Beşinci kata takriben ellibeş dakikada çıktıktan sonra evin kapısını açtığımdaki rahatlamamı tarif etmem mümkün değil...

Allahtan, tek gergin ben değilim. O da mehteran takımı tadında bir adım ileri iki adım geri eve giriyim mi, hadi girdim salona geçiyim mi havasında duruyor holde. Sonunda bir cesaretle, “Ben böyle geldim ama...” diyebildi. O “ama” havada, ikimizin arasında, görünmeyen bir iple asılı durdu bir müddet. Ben içimdeki gerginliği yansıtmamak adına umarsamaz bir tonla, “Yani? İlk defa geliyor gibisin...” dedim. O ise bütün samimiyetiyle, “Öyle hissediyorum çünkü... Elim, ayağım birbirine karıştı” dedi ve o an, herşeyin kırılma noktası oldu. O an ben de, zaten beceremediğim umursamaz rolü bir yana bırakıp, “gerçek” duygularımı onunla paylaşmaya karar verdim. Ama konuyu nasıl açacaktım? Yaz, deseler tamam, onu yaparım ama ya yüzyüze konuşmak? Zor.

Kahve eşliğinde sohbet ederken, ben esas hikayenin etrafından dolanarak mevzuya “insanın kendisini bırakmasından” girdim. Birlikte olduğumuz dönemde kontrolümüzü kaybettiğimiz komik anları deştim önce. Onun pek yok, hatta hiç yok. “Gerçi sen benim kontrolü bıraktığıma, kendimi anlattığıma şahit oldun. Bunun sebebi sana güvendiğim ve yanında rahat hissettiğim içindi...” dedim. “Oysa onca zaman senin bir kere bile kendini bıraktığına ya da herhangi bir duygunu benimle paylaştığına şahit olmadım” diye devam ettim. Bir şey demedi, öylece baktı.

Özlemiş, söylemedi ama anladım. Özlemişim, söylemedim ama anladı.

Biraz vakit geçince konuşabildi ve “Benim derdim kendimle, hayatı kaçırıyormuş gibi hissediyorum. O yüzden ilişkide bir yere kadar ilerliyorum ve sonrasında bocalayıp kendimi geri çekiyorum” dedi. “Korkuyorum” diye duydum ben. “Elimde değil, beceremiyorum” diye ekledi. Taa gözlerinin içine baktım, “Ben de bunu; hem yan yana durup hem de hiç nedensiz birbirinden uzak hayatlar yaşamayı beceremiyorum” diyemedim, sadece sustum.

Kahvesini bitirince birlikte ayağa kalktık. Kapıya kadar geçirdim, sıkıca sarıldı önce, sonra da yanaklarımdan öptü. Başımı kaldıramadım, bakışlarımla rastlaşmasın diye... Ancak kapıdan çıkıp geriye döndüğünde gördü gözlerimi.

Hoşçakal, dedim. Gitti. Bitmeliydi. Bitti.

Lerzuş der ki; olur da bir gün bir arkadaşınız size buna benzer bir hikaye anlatırsa, ona “En hayırlısı olmuş bak, korkaklarla zaman kaybetme, sen daha iyilerini, senin kıymetini bilenleri hakediyorsun” ve benzeri laflar etmeyin. Çenenizi kapatın ve sadece sarılın ona, sıkıca sarılın... Çünkü emin olun, arkadaşınız bunları zaten biliyor ve hergün kendine hatırlatıyor.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Gönderilmeyen Mektuplar – Vol.II

Hayattaki en büyük erdemlerden biri insanın kendisini bilmesi bence... Öte yandan ben, kendimi bildiğimi iddia edip sürekli niye hep aynı yerde sayıklıyorum, hiç bilmiyorum...

Dışardan bakıldığında zaman zaman çelişkili, tutarsız algılandığımın farkındayım. Oysa bu çelişkilerim bile kendi içinde tutarlılık gösteriyor. Ama bunu ancak beni uzun zamandır tanıyanlar, bilenler anlayabilir, sen değil... Anlamak zorunda da değilsin zaten, çünkü seninle hiç bir alakası olmayan olaylar, kişiler yüzünden bu tepkileri veriyorum. Ve bunları ancak ben değiştirebilirim. İnan, çok da istiyorum değişmeyi, çünkü bu ben değilim, içimde dışarı yansıttığımdan daha sakin, daha olgun ve tutarlı biri var....

En azından klişelerin, kalıpların bir kısmından kendimi sıyırmayı becerebildim. Ama bazı değerler var ki “kalıp” sayılan, ancak aslında “elzem” olan... Örneğin; ister iş, ister arkadaş, ister akraba, isterse özel olsun, bir ilişkiyi tanımlayan iki DEĞER var bana göre. İlki; iletişim - haber vermek/almak anlamında, hesap sormak/vermek değil! Diğeri ise; aidiyet duygusu - bireyin kendini o ilişkide “var” hissedebilmesi, kendini ilişkiye ait hissetmesi – kesinlikle karşısındakine sahip olmak anlamında değil! İnsanın kendi inisiyatifiyle başlayan (arkadaşlar, iş) ya da kendisine bahşedilen ilişkilerine (anne, baba, kardeş, vs) bakacak olursak, bu iki değeri barındırmayanlar zaman içinde eriyip gidiyor... Yeri geliyor, taraflar arasında kanbağı olması bile buna engel olamıyor.
 
Ancak; burada bahsettiğim değerleri, “Gerçekten ilgilenen insan arar sorar, görmek ister”, “Gerçek bir ilişki varsa sana sahip çıkar”, gibi herkesin ezberden söylediği klişelerle karıştırma lütfen. Benim demek istediğim; iki insan, karşılıklı olarak bir ilişki yaşama arzusu duyuyorlarsa birbirlerinden haber almak, birlikte birşeyler paylaşmak ister ve “ilişkiye” sahip çıkarlar. En azından ben böyleyim. Ama bunun, tek tarafın isteği ve çabasıyla olması o kadar zor ki... Daha doğrusu imkansız!
 
İletişimin en elzem olduğu dönem, herşeyin başladığı, iki tarafında da birbirini tanımaya heves ettiği ilk günler aslında. Daha bir ilişki ne vardır ne de yoktur, herşey fludur, havadadır – ki bu, benim en sevdiğim dönemdir. Çünkü en heyecan dolu zamanlardır bunlar. Karşındakini tanımaya çabaladığın, kendini anlattığın zamanlardır. Herkese mi olur bilmem ama sanki insan aşık olduğunda kendini anlatma arzusuyla kıvranmaya başlıyor...

İşte, tam da bu zamanların içinde olduğumuz bir akşam bana “Aslında etrafımızda gördüğümüz birçok kişi, bizim yaşadığımız bu heyecanı arıyor. Biz çok şanslıyız, yavaş yavaş tanıyoruz birbirimizi, acele etmeden yaşıyoruz, heyecanımızı yitirmeden...” dedin ve ben o gece bir damla bile uyku uyuyamadım mutluluktan. Aynı şeyi hissetmiştik seninle. Bundan güzeli olabilir miydi? İlişkilerin bir çırpıda yaşanıp tüketildiği bir çevrede, böylesine ayrıcalıklı, güzel ve en önemlisi “samimi” hisleri yakalamak bir o kadar zorken, biz başarıyoruz sanmıştım.

Yanılmışım.

Lerzuş der ki; yanılmak bazen iyidir. Ama baştan yanılmak çok daha iyidir. Ve bazı mektuplar sadece yazılmak ve yazanın içini dökmesi içindir, gönderilmek için değil...

11 Aralık 2012 Salı

Mucizeler kalpten gelir !

Bir anne düşünün; gözünün önünde çocuğunun bir arabanın altında kaldığına şahit oluyor. Can havliyle koşup tek başına arabayı kaldırıyor ve çocuğunu kurtarıyor. Mucize! Bir kadın düşünün; aylarca çocuk sahibi olmak için kapısını aşındırdığı doktor, gözlerine kaçırarak, kadına anne olmasının imkansız olduğunu söylüyor. Birkaç ay sonra ise  kadın hamile olduğunu öğreniyor. Mucize! Bir çocuk düşünün; kan kanseri... Doktorlar, her türlü tedaviyi denediklerini, buna rağmen sayılı günü kaldığını söylüyor. Ama ne (!) oluyorsa oluyor ve çocuk iyileşiyor. Şimdi akranlarıyla okula gidiyor, parkta koşup oynuyor. Mucize!

Savaş, terör, intihar, kaza, kıtlık haberlerinin yanısıra, çok şükür ki böyle mucizeler hakkında da haberler okuyoruz. Şimdi bir sorum olacak; bu mucizeler gerçekleşirken, bu insanlardan kaçı durdu da düşündü dersiniz? Gerçek anlamda diyorum; kaçı mantığını kullandı ya da kuralları, yasaları, kanunları gözden geçirdi sizce?

Evladının arabanın altında can çekiştiğini gören anne, ‘Acaba ben bu arabayı kaldırabilir miyim? Fizik kurallarına aykırı olmaz mı? Benim kilomda ve gücümde bir kadının neredeyse bir ton ağırlığı kaldırması mümkün müdür?’ diye düşünerek kaç saniyesini kaybetmiştir dersiniz? Bir türlü hamile kalamayan kadın, tıbbın öngördüğü tüm tedavi yöntemlerini denemiş, diyetine, egzersizine dikkat etmiş ama bir türlü çocuk sahibi olamamışken ne olmuş da çocuğunu kucağına alabilmiştir sizce? Küçük çocuğun kanseri yenmesinin ardındaki “güç” ne peki?

Mantık mı? Hiç sanmıyorum...

Bence hepsinin ortak yanı, “inanmış” olmaları. Yürekten indandıkları için onların hikayelerindeki son mutlu... Ve insan aklıyla inanmaz. İnancın tohumu kalpte atılır, zihinde ise canlanır. Düşüncenin gücü de buradan gelir. Lakin, kalpte yeşertilmemiş hiç bir düşünce mutlu sona, hele hele bir mucizeye ulaşamaz. Oysa mucizeler tam karşımızda, burnumuzun ucunda, hem de her gün, her an...

lerzuş der ki; insanın “kim” olduğunu inançları belirler. Dönüp bir bakın nelere inandığınıza ve hayatınıza neleri getirdiğine. Ve mucizelere inanın, mucizelerin kalpten geldiğine de! Önce kalbinizi, kalbinizdekileri bulun derim ben, yolunuzu nasıl olsa bulursunuz...

5 Aralık 2012 Çarşamba

Yanlışlara teşekkür et, doğrulara yer aç!

Doğumgünleri, yıldönümleri, özel günler kulağa hep çok kadınsal gelse de aslında hepsinin özünde yatan “hatırlanmak arzusu” sebebiyle cinsiyetsizdir, ırksızdır ve tamamiyle evrenseldir. İnsana özgüdür çünkü...

Bence en özeli de doğum günü... Geçen hafta doğumgünümdü, hatta doğumgünlerimdi desek daha doğru olacak. Bana ne kadar şanslı biri olduğumu hatırlattılar; sevilen, özlenen, kıymetli, özel ve çok şanslı biri olduğumu... Hatırlayan, hatırladığını ifade eden, edemeyen herkese ayrıca çok teşekkür ederim.

30’unu geçtikten sonra “yavaş yavaş” yavaşlamaktan yana da olsam, sanki hala lisedeymişim gibi kutluyorum doğumgünümü. Çünkü bana göre yaş almak ayrı, yaşlanmak ayrı... Bir yandan hatırlanmanın verdiği hazzı yaşıyorum, fakat bir yandan da – belki doğumgünümün yıl sonuna yakın düşmesinden kaynaklanıyor olabilir – bu günler benim için biraz içsel muhakemeyle geçiyor; ne yaptım, ne başardım, ne kaybettim, ama’larım, eğer’lerim, keşke’lerim...

Geçen bir yıl boyunca neler mi yaptım? Bakalım...

Çok güzel arkadaşlar edindim herşeyden önce. Bir sene öncesinde kendim için dilediklerimin başında gelen ailemle ve sevdiklerimle daha çok zaman geçirdim, anılarıma anı kattım, Çeşme’ye daha çok gittim mesela, daha çok denize girdim (ve bu tatil programlarımla çoğu arkadaşımı çıldırttım).

En çok istediğim hayalimi gerçekleştirdim; yazmaya başladım... Çok okudum bu arada. Kendimi geliştirmeme yardım eden, hayatımdakilere destek olurken bana yol gösteren yeni bilgiler edindim. Çok konuştum, çok dinledim. Son bir yılda sevgimi göstermekten korkmamayı öğrendim, daha çok sarıldım sevdiklerime, daha çok “Tatlııımmmm” dedim... Daha çok “Lerzuş’ummm” duydum. Güldüm, çokça da güldürdüm. Hiç kimseyi ağlatmadım. Ama benim ağladığım oldu. Ancak gözyaşlarını içimde biriktirmemeyi öğrendim. Karşımdakinin beni anlamasını beklemeden, kendimi anlattım, anlamadı belki ama olsun, ben denedim. Sıkça duyduğumuz, okuduğumuz ve sadece akılda tuttuğumuz “Kendini sev, önce sen kendine gereken değeri ver” öğretilerini hayata geçirdim; kendimi daha çok sevdim ve bana hakettiğim değeri vermeyenlerle yollarımı ayırdım.

Aşık oldum sonra. O, olmadı. Kısmet, deyip yoluma devam ettim. Yanlışlara teşekkür ettim, doğrulara yer açtım.

lerzuş der ki; bir yaş aldım yaşlanmadan, ama büyüyerek, olgunlaşarak ve kalpte hala biraz da olsa çocuk kalarak... Ne mutlu bana!

29 Kasım 2012 Perşembe

Gemi olmak...

İstenmemek nasıl bir duygu? Bilmek istemezdim. Bu duyguyu tecrübe etmek, onu tarif etmeye yetmiyor. Kelimeler gerçekten de “kifayetsiz” kalıyor. Tarif edemediğim için kitleniyor parmaklarım, doğru harfleri getiremiyor bir araya. Bu duyguyu içimden yazarak bile atamayacağımı bilmek beni korkutuyor. Daha kötüsü, belki de en kötüsü ise bunu kabullenmiş olmam...

Seni istemeyen, görmek için parmağını kımıldatmayan birini düşünmek... Herşeyi “ben kendim için yapıyorum, onun beni istemesi ve sevmesi için değil” diyerek onu savunmak... Bunu yaparken aslında kendimi kandırmaktan öteye gidememek... Gurursuzluk değil de nedir? ‘Gerçek aşkın, sevginin olduğu yerde gurur olmuyormuş’, konulu twitlerden, özlü sözlerden mi  medet mi umsam ne yapsam... Ya da ‘Onu gururumdan daha çok istiyorum’ iyi bir kaçış olur mu? I-ıh olmaz, olmuyor. Acı orda, sızı orda, akmayan yaşlar orda...

İşin daha beter kısmı; “onlar” seni istemezler ama tamamiyle uzaklaşmana ve onları tamamiyle silmene de fırsat tanımazlar: “Mutsuzluğundan sorumlu olmayacağım kadar uzağa git ama oradan öteye değil”. Bu gönderiş illa fiziksel olmak zorunda değil, seni kendinden fikren de olsa uzaklaştırmak ister. Öte yandan sen içinde ufacık da olsa bir “ümit” taşı ki tam anlamıyla onu unutarak kendini özgürleştirme! Orada bir yerlerde dur işte!

Bunun arkasındaki motivasyon, her geminin gün gelip soluklanacağı bir limana ihtiyaç duyması gibi birşey sanırım. Her gemi illaki bir gün uğrayacağı, dinleneceği ve ilk fırsatta terk edebileceği bir liman arıyor. Aslında o liman da kopup gitmek istiyor, istemez mi hiç? Gerçi gidebilse bile nereye gidecek? Hiç önemi olmuyor o an, neresi olduğu geminin umrunda bile olmuyor. Sadece gitsin, yeter ki kopsun istiyor. Orada durmuş bir tek o gemi için nefes almayı içine yediremiyor besbelli...

Ben de her liman gibi, günün birinde bir gemi olmak istiyorum. Hem öyle iyi kalpli, öyle düşünceli bir gemi olacağım ki bir gün bile limana uğramayacağım. Açık denizlerde yazacağım tüm hikayelerimi ve okyanus sularında kavuşacağım ilk aşkıma. Açık denizlerde öleceğim ben, ardımda garip, ıssız, sessiz bir liman bırakmadan...

Lerzuş der ki; yüreğinizi yüreksizlere teslim etmeden önce iyice düşünün...


26 Kasım 2012 Pazartesi

“Rağmen” güzel kelime...

Bize aksi öğretilmediği için belki de, ben “rağmen”den başka sevgi bilmem. Öyle büyütülmedim. Sadece sevgide değil, hiç bir zaman bana şart koşulmadığı için belki de. Hiç hatırlamam bana, “Lerzuş ödevini bitirirsen, o tenis raketini alacağız” ya da “Takdir alırsan şuraya tatile göndereceğiz” dendiğini... Daha çalışkan, daha zeki, daha başarılı olduğum için sevilmedim ben. Ben olduğum için, olduğum gibi sevildim. Çok hızlı konuşurdum küçükken. Annem hep “Gonca gibi olsan keşke, biraz ağır konuş ne bu böyle erkek çocuk gibi...” derdi demesine, ama kız çocuğu sanırım babasından gelen yorumları daha bir takıyor kafasına... Annemi çok da kaale almadım kısacası (Annem okumasa bari). Zaten o da bir süre sonra bu huyundan vazgeçti allahtan.

Babam hiç şart koşmadı bize. Üç kız kardeşiz biz. En küçüğüyüm ben. Ablamlardan yıllar sonra doğunca bir türlü büyüyemeyenlerden üstelik. Babamın ablamlara da şart koştuğuna şahit olmadım. Tek dileği vardı bizden: “Yapamayacağım şeyleri benden istemeyin”. Bu kadar. Çünkü “Hayır” diyemezdi, demek istemezdi, yapamazsa bizden daha çok üzülürdü çünkü...

Tanıdığım en “herşeye rağmen” seven ve bu uğurda savaşan insandı benim babam. Sevdiği bir kız varmış. Kız başka bir çocukla – eczacıydı sanırım – nişanlı... Mahalledeki bütün arkadaşları bilirmiş, babamın o kıza olan aşkını. Kız mahalleye çıktığında kulaktan kulağa babama haber uçarmış. Sadece onu bir kez, o da göz ucuyla görebilsin diye. Camilere gitmiş, adaklar adamış. Kız evlenecek başkasıyla belli, parmağında başka adamın yüzüğü takılı, ama yılmamış, savaşmış, “Herşeyimi al, bana onu ver” diye yalvarmış tanrıya. Kız da korkmamış, “O ne der, bu ne der, ayıp” dememiş, kaptırmış kalbini babama. Ama kızın nişanlısı aile dostunun oğlu, nişanı atsalar ailevi ilişkiler, dostluklar yıkılacak. Allahtan kızın annesi çok anlayışlı çıkmış, o da “rağmen”cilerin bayraktarı adeta. Kızın annesi babama “Coşkun, senin teyzen İstanbul’da değil mi? Kaçır kızımı İstanbul’a. Biz de bilmiyormuşuz gibi yapalım...” demez mi! Böylece, anneannemle dedemin rızasını alıp kaçmışlar İstanbul’a.

İnsan böyle bir ailede yetişince herhangi bir duygusunu şartlara, kurallara, ödüllere bağlamayı bilemiyor. Yaptırımlar koyup sonuçlara göre kararlar almayı ve bu kararları uygulamayı beceremiyor. Böyle yapanlarla karşılaştığında da önce bocalıyor, anlamaya çalışıyor, boşa kürek çektiğini fark edince de kırılıyor...

Koşulan şartlar çeşit çeşit, tuhaf şeyler; daha uzunsa, daha inceyse, daha güzelse, şu okuldan mezunsa, üniversite okumadıysa asla, hangi aileden acaba?, aile işiyse olur, kurumsal bir yerde çalışmıyorsa olmaz, aynı şehirdeyse olmaz, başka şehirdeyse hiç olmaz, zenginse olur, benden zenginse olmaz... Ne bu allahaşkına? Şirket birleşmesi mi? Koşulları belirle, uymazsa güle güle... Böyle sevgi, böyle dostluk, böyle hayat olur mu? Olmasın.

İşte, bu yüzden yeni yaşımda kendim için bir tek “rağmen sevgiyi” diliyorum...

Lerzuş der ki;”rağmen” güzel kelime. Tutun onu hayatınızda, bırakmayın. Çünkü gerçek olmayanlar, cesur olmayanlar, aklı fikri hesap kitapta olanlar ağzına alamıyor onu. “Rağmen” sevenler, şart koşmuyor, sözleşme istemiyor, alacak/verecek tutmuyor.. Çünkü “rağmen” özünde, olduğu gibi kabullenişi ve bu uğurda savaşmayı barındırıyor...

21 Kasım 2012 Çarşamba

Esas kız olmadığın filmde oynama, üzülürsün !

Filmleri, özellikle kadın-erkek ilişkileri üzerine odaklanmış olanları kurgulamak “teoride” kolay gözüküyor. Bir esas kız var, bir esas oğlan ve bir hikaye. Bir de esas olmayan ama filmin hikayesini esaslı yapabilmek için ihtiyaç duyulan “yardımcı”lar...

Tüm ilişkiler böyle değil mi aslında? Filmler de gerçek hayattan esinlenerek çekildiğine göre, bizim günlük hayatımızda yaşadığımız ilişkilerden, şahit olduklarımızdan, çevremizdekilerin başına gelenlerden ya da duyduklarımızdan pek bir farkı olmaması çok doğal...

Ancaaaaak, gerçek hayatın filmden ayrıldığı tek bir nokta var ki çok aydınlatıcı bir noktadır kendisi; filmdeki yardımcı kız, esas kız olmadığını daha çabuk kavrıyor arkadaşlar! Eee, kavramak zorunda bir bakıma. Malum, filmler 90-120 dakika sürüyor. Öte yandan bütçesi belli, istese de uzatamaz, oyuncuların başka projelere sözü var, vs... Ama gerçek hayat öyle mi ya? Zaman durmuş ve biz hiiiiç ölmeyecekmişiz, hep genç kalacakmışız gibi yaşıyoruz. Seçtiğimiz ama bizi seçmeyen insanlarda aylarımızı, yıllarımızı – kimimiz ömrümüzü – geçiriyoruz da aymıyoruz bir türlü esas kız olmadığımıza...

Şimdi haksızlık etmeyeyim; bazılarımız ayıyor da içinde “bir umut” ile esas kızlığa terfi edileceği günü bekliyor. Beklerken de esas oğlanın her ufak hareketine, sözüne, bakışına, mesajına boyundan büyük anlamlar atfediyor, hayaller kuruyor, stratejiler geliştiriyor, “secret” yapıyor, falcılara bir servet akıtıyor, şiirler yazıyor, alkol ve arabeskle kanka oluyor, onu kendi hayatının esas kızı yapacak olan adayları kaçırıyor. Esas roldekiler tartıştığında ya da ilişkilerine ‘bir ara’ vermeye karar verdiğinde, yardımcılar bir bakmışsın hemen esaslıların yanında bitiveriyor. Bazen omzunu, bazen elini bazen de kolunu(!) kaptırmış bir şekilde onun acısını dindirmeye “yardımcı” oluyor. Zaten bunların ismi de bu yüzden “yardımcı”. Vallaha bak! Esas roldekiler ne zaman sıkışsa, bunlar yardıma koşmaya gönüllü oldukları için... Biliyorum da söylüyorum :)

Günün sonunda olup biten sadece yardımcı kızın zamanına, sabrına, enerjisine, kısacası hayatına maloluyor...

Lerzuş der ki;esas kız olmadığımız filmlerde oynamayalım, oynayanları uyaralım :)

20 Kasım 2012 Salı

Şartlı refleks halleri...


O akşamdan sonra muhtemelen bir müddet yine konuşmayacağız. Şartlı refleks oldu artık; uzun bir müddet görüşme, sonra bir bayram, doğumgünü derken bir şekilde barışma, önce mesajlar, sonra gayet arkadaşça telefonlar derken bi’ akşam herkes içinden geldiği gibi davransın, konuşmak yok, soru yok, endişe çok, ne olursa olsun önce sessizlik tabii, sonra filmi başa sar ve uzun bir müddet görüşme... Bu zinciri kırmak dünyanın sonu mu olurdu?

Kendi hesabıma konuşacak olursam, öyle büyük beklentilerim yok. Olgunlaştım mı bilmiyorum, ama değiştiğim kesin. Hayatı eskisi kadar ciddiye almıyorum, bu bağlamda epey kaderci olduğumu bile söyleyebiliriz. Olacağın önüne geçilmiyor, derken haklıydı. Dolayısıyla, karşı karşıya gelip yaşananlar hakkında ne düşündüğümüzü ve eğer varsa beklentilerimizi açıklamak bence büyük bir şey olmasa bile değişiklik olacağı kesin!

Zaman, başta duygular olmak üzere herşeyi, herkesi değiştiriyor. Bu iyi birşey, çünkü beraberinde tatsız olaylar da ilk günkü ihtişamını yitiriyor, en azından benim gözümde... Araya zaman koymanın tek dezavantajı, benim. Çünkü zaman, bana düşünmek için fırsat demek. Çünkü ben, bu zaman zarfında en kötü senaryoları yaratıp, üstüne bir de bunlara inanıp öyle devam ediyorum. Çünkü bana aksini düşündürtecek biri olmuyor yanımda. Dolayısıyla, bazı şeylere yeniden başlansa bile hiç bir zaman bırakılan yerden olmuyor. Hep daha geriye düşüyorum, yaşananlar, başroldekiler gözümde anlamını yitiriyor. Ve bir gün bakıyorum, karşımdaki bildiğim biri değil, muhtemelen ben de onun tanıdığı Lerzuş değilim. Artık onun sözlerindeki samimiyeti sorgular biri olup çıkmışım, kimbilir belki o da bana inanmıyordur artık...

Bu, o kadar rahatsız edici bir şey ki. Güven yok, doğallık yok, samimiyet yok, ortak bir dil hiç yok. İşin daha fenası, böyle ilişkiler çok. Ama insan, bu örnekteki kişiye, geçmişi olduğu birini yerleştirdiğinde, durum daha da vahimleşiyor. Çünkü işler sarpa sardığında daha yüksekten düşüyor ve daha çok acı çekiyorsun. Ve buna tecrübe diyorsun, demek zorunda bırakılıyorsun.

Oysa, sözüm ona “tecrübe” kazanırken etrafıma görünmez duvarlar örmek zorunda kalıyorum. Samimiyetim, doğallığım, çocuksu yanım köreliyor, kilit altına giriyor kendimi savunmak adına. Daha güvende oluyorum belki ama daha yanlız. Daha az kırılıyorum şüphesiz ama daha sevgisiz. Daha mutlu, daha neşeli oluyorum ama paylaşamadıktan sonra kime, ne faydası olacak ki?

Cevapsız sorulara bir tane daha eklendi.

Lerzuş der ki; şartlı refleks zincirlerini çıkarın hayatınızdan ve sizi siz yapan güzel yanlarınızı, doğal ve gerçek taraflarınızı koruyun. Yaşanılan sözüm ona “tecrübelerin” sizi yanlızlaştırmasına izin vermeyin J

Gönderilmeyen Mektuplar – Vol.I


Daha yazmaya başlamadan verdiğim tek karar; bu mektubu asla göndermemek! Göndermeyeceğim çünkü bu satırların herhangi bir şeyi değiştirebileceğine inanmıyorum. Göndermeyeceğim çünkü kendimi doğru ifade edebildiğimden bile emin değilim. Hadi doğru ifade ettim diyelim, bunları senin doğru algılayabileceğinden emin olamayacağım. Göndermeyeceğim çünkü cesaretim yok! Oldu mu?!

Daha önce hiç savaşmadım. Sevilmek için yani... Birşeyleri yanlış yapmış olmalıyım ya da eksik... Herneyse o, bir mektupla düzelecek ya da tamamlanacak kadar kolay olmamalı! Bu kadar kolay olsaydı, bu beni daha da kahrederdi zaten. Bunca zaman dökülen yaşlar, kendime yaptığım sitemler... Bir iki sayfa yazıyla düzelemez, düzelmemeli. İşittiğim (bence) ağır laflar, bana layık gördüğün tavır, onca önemsenmeme, her seferinde “herkes gibi” hissetmelerim... Tüm bunlar tek bir mektupla değişebilir mi? Bir mektup bunları silemiyor belki ama onlar da hala sana olan isimsiz, kimine göre “zamansız” ama bence tarifsiz duygularımı silemediler işte...

Aşık olsaydım; ilk tatsız hareketinde, ilk ağır sözünde gurur yapar, seni silerdim. Ağlardım ama susmasını da bilirdim.

Sonrasında nefret etseydim; ‘belki sadece belki’ nispet olarak birkaç girişimim olurdu. Ağlamazdım. Unuturdum sonra da.

Sevsem, sadece sevgi olsa, uğraşırdım, dayanırdım, savaşırdım ama bir süre sonra vazgeçmesini de bilirdim. Beni sevmeni beklemezdim. Ağlardım elbet ama çok değil.

Tutku olsa; heyecan olurdu, seni görmek için delirirdim. Çok ağlardım ama ağlatırdım da. Kısa sürerdi. Biterdi.

Bense istiyorum ki; mutlu ol, hiç üzülme, beni de üzme. Yanımda ol ya da çağır, ben geleyim ama sen istediğin için, ben değil. Hayallerin benim için olsun, rüyanda beni gör. Sana güveneyim, tıpkı senin bana güvendiğin gibi. Tek kelime etmesem de sadece bakışlarımda gördüğüne inandığın gibi. Böyle bir lüksüm olmasını istiyorum sadece... Seni gördüğümde ya da bana dokunduğunda heyecanlanmak değil hayalim. Beni görmek ve benimle olmak istemen. İşte, tarifi bu, ismi nedir bilmiyorum. Bir ismi olması önemli mi? Önemliyse sen koy...

Bence bu, bana özel. Lerzuş’ça birşey işte J

Lerzuş der ki; hislerinize güvenin, dile getiremeseniz de yazın ve yazdıklarınızı da gönderin... Evren, paylaşmanızı istemese, iletişimi bu kadar kolay hale getiren araçlar geliştirmemize fırsat tanımazdı değil mi? J