Bu hafta ne hakkında yazsam diye düşünürken, canım yeğenim Güloşum (Ah Gülnihal), bir yazısıyla bana ilham verdi. Zaten “farkındalık, algı, sezgiler” konularında çorba olmuş aklıma, “bilinçsiz bilgi” konusunu düşürdü. İyi mi yaptı? Hiçbir fikrim yok... Ben yazınca siz de okuyunca karar vereceksiniz iyi mi oldu kötü mü...
Bilinçsiz bilginin ne olduğuyla başlayalım.... Bu, bilincimizin biz farkında olmadan sürekli bilgi topladığı ve bunları kaydettiği anlamına geliyor. Gördüklerimiz, duyduklarımız, farzettiklerimiz, varsaydıklarımız, yoksaydıklarımız ne varsa hepsini, kendi algılama biçimimize göre “bilinçsiz bilgi” olarak depoluyoruz.
Algı, tek gerçekse ve herkese göre değişiyorsa, tüm bu kodladığımız bilgiler de kişiden kişiye göre değişiyor ve ilişkileri aracılığıyla da hayatını etkiliyor. Aynı manzara bakan iki insan nasıl iki farklı şey görüyor ve nasıl ona göre farklı tepkiler veriyorsa, buradaki kodlamada bu şekilde gerçekleşiyor. Bakmak ne kadar evrenselse, görmek o kadar bireysel çünkü...
Bir güzel bunları kodladık tamam da nasıl kullanıyoruz biz bunları?
Bir kişi ya da bir olay ile ilgili fikirlerimiz, bilincimizin tam da bu kişi ya da olayla ilgili kodlayıp depoladığı o bilgiler ışığında oluşuyor. Örnekle daha iyi olucak galiba. Diyelim ki bir arkadaşınızın komşusuyla olan bir tartışmasına şahit oldunuz. Arkadaşınızın komşusuna yalan söylediğini, bu şekilde konuyu kapadığını farkettiniz. Hooppp o arkadaşınız ile ilgili “sıkıştığında” yalan söyleyebildiği algısı kodlandı ve gelecekte aynı kişi veya durum ile ilgili değerlendirilmek üzere saklandı. Her gün her dakika etrafımızdaki onlarca insan ve durum ile ilgili bu işlemin yapıldığını düşünün... İşte öylesine geniş bir bilinçsiz bilgi deryasına sahibiz hepimiz.
Bu sürecin bir sonraki aşaması yaptığımız öngörüler... Biz – bu bilgi kodlama ve istifleme işinden habersiz – bazı durumlarda olayla ya da kişiyle ilgili çeşitli varsayımlarda bulunuruz. Ve bu varsayımlarımız doğru çıktığında bunu tamamiyle “hisler”imize bağlarız. Aslında ne sadece hisler ne de sadece kodladığımız bilgiler tek başına iş görür. Buradaki hassas nokta; o bilgileri kodlayıp depolayan bilincinizin nasıl çalıştığı konusunda sizin “farkındalığınızın” olması.
Çetrefilli mi geliyor kulağa? Birini düşünün; kendisiyle ilgili pekçok şeyin farkında bile değil. Korkularını, endişelerini deşmeyen, hayatını “yüzeysel” yaşayan, tercihlerini sorgulamayan, hayattaki arzuları konusunda bir fikri olmayan biri. Böyle birinin algısıyla oluşan bilinçsiz bilgi bankası tarafından beslenen sezgilere ne kadar güvenirsiniz?
Sezgilerin, tanrının bir lütfu olduğuna inanılır. Ben buna katılmıyorum. Sezgilerin mevcudiyetinin; ya vardır ya da yoktur, siyah ya da beyaz gri yok şeklinde değerlendirilmesine karşıyım. Oysa durugörü, sezgiler falanlar filanlar hepimizde var. Sadece zahmet edip gerçekten uğraş vermiyoruz.
Lerzuş der ki; derin sezgilere sahip olmak tanrının bahşettiği bir yetenek mi sadece? Sezgiler, kişinin kendi algısını berraklaştırarak, farkındalığını arttırarak sahip olduğu, uğrunda çaba sarfettiği bir değer olamaz mı? Bence olabilir...