21 Kasım 2012 Çarşamba

Esas kız olmadığın filmde oynama, üzülürsün !

Filmleri, özellikle kadın-erkek ilişkileri üzerine odaklanmış olanları kurgulamak “teoride” kolay gözüküyor. Bir esas kız var, bir esas oğlan ve bir hikaye. Bir de esas olmayan ama filmin hikayesini esaslı yapabilmek için ihtiyaç duyulan “yardımcı”lar...

Tüm ilişkiler böyle değil mi aslında? Filmler de gerçek hayattan esinlenerek çekildiğine göre, bizim günlük hayatımızda yaşadığımız ilişkilerden, şahit olduklarımızdan, çevremizdekilerin başına gelenlerden ya da duyduklarımızdan pek bir farkı olmaması çok doğal...

Ancaaaaak, gerçek hayatın filmden ayrıldığı tek bir nokta var ki çok aydınlatıcı bir noktadır kendisi; filmdeki yardımcı kız, esas kız olmadığını daha çabuk kavrıyor arkadaşlar! Eee, kavramak zorunda bir bakıma. Malum, filmler 90-120 dakika sürüyor. Öte yandan bütçesi belli, istese de uzatamaz, oyuncuların başka projelere sözü var, vs... Ama gerçek hayat öyle mi ya? Zaman durmuş ve biz hiiiiç ölmeyecekmişiz, hep genç kalacakmışız gibi yaşıyoruz. Seçtiğimiz ama bizi seçmeyen insanlarda aylarımızı, yıllarımızı – kimimiz ömrümüzü – geçiriyoruz da aymıyoruz bir türlü esas kız olmadığımıza...

Şimdi haksızlık etmeyeyim; bazılarımız ayıyor da içinde “bir umut” ile esas kızlığa terfi edileceği günü bekliyor. Beklerken de esas oğlanın her ufak hareketine, sözüne, bakışına, mesajına boyundan büyük anlamlar atfediyor, hayaller kuruyor, stratejiler geliştiriyor, “secret” yapıyor, falcılara bir servet akıtıyor, şiirler yazıyor, alkol ve arabeskle kanka oluyor, onu kendi hayatının esas kızı yapacak olan adayları kaçırıyor. Esas roldekiler tartıştığında ya da ilişkilerine ‘bir ara’ vermeye karar verdiğinde, yardımcılar bir bakmışsın hemen esaslıların yanında bitiveriyor. Bazen omzunu, bazen elini bazen de kolunu(!) kaptırmış bir şekilde onun acısını dindirmeye “yardımcı” oluyor. Zaten bunların ismi de bu yüzden “yardımcı”. Vallaha bak! Esas roldekiler ne zaman sıkışsa, bunlar yardıma koşmaya gönüllü oldukları için... Biliyorum da söylüyorum :)

Günün sonunda olup biten sadece yardımcı kızın zamanına, sabrına, enerjisine, kısacası hayatına maloluyor...

Lerzuş der ki;esas kız olmadığımız filmlerde oynamayalım, oynayanları uyaralım :)

20 Kasım 2012 Salı

Şartlı refleks halleri...


O akşamdan sonra muhtemelen bir müddet yine konuşmayacağız. Şartlı refleks oldu artık; uzun bir müddet görüşme, sonra bir bayram, doğumgünü derken bir şekilde barışma, önce mesajlar, sonra gayet arkadaşça telefonlar derken bi’ akşam herkes içinden geldiği gibi davransın, konuşmak yok, soru yok, endişe çok, ne olursa olsun önce sessizlik tabii, sonra filmi başa sar ve uzun bir müddet görüşme... Bu zinciri kırmak dünyanın sonu mu olurdu?

Kendi hesabıma konuşacak olursam, öyle büyük beklentilerim yok. Olgunlaştım mı bilmiyorum, ama değiştiğim kesin. Hayatı eskisi kadar ciddiye almıyorum, bu bağlamda epey kaderci olduğumu bile söyleyebiliriz. Olacağın önüne geçilmiyor, derken haklıydı. Dolayısıyla, karşı karşıya gelip yaşananlar hakkında ne düşündüğümüzü ve eğer varsa beklentilerimizi açıklamak bence büyük bir şey olmasa bile değişiklik olacağı kesin!

Zaman, başta duygular olmak üzere herşeyi, herkesi değiştiriyor. Bu iyi birşey, çünkü beraberinde tatsız olaylar da ilk günkü ihtişamını yitiriyor, en azından benim gözümde... Araya zaman koymanın tek dezavantajı, benim. Çünkü zaman, bana düşünmek için fırsat demek. Çünkü ben, bu zaman zarfında en kötü senaryoları yaratıp, üstüne bir de bunlara inanıp öyle devam ediyorum. Çünkü bana aksini düşündürtecek biri olmuyor yanımda. Dolayısıyla, bazı şeylere yeniden başlansa bile hiç bir zaman bırakılan yerden olmuyor. Hep daha geriye düşüyorum, yaşananlar, başroldekiler gözümde anlamını yitiriyor. Ve bir gün bakıyorum, karşımdaki bildiğim biri değil, muhtemelen ben de onun tanıdığı Lerzuş değilim. Artık onun sözlerindeki samimiyeti sorgular biri olup çıkmışım, kimbilir belki o da bana inanmıyordur artık...

Bu, o kadar rahatsız edici bir şey ki. Güven yok, doğallık yok, samimiyet yok, ortak bir dil hiç yok. İşin daha fenası, böyle ilişkiler çok. Ama insan, bu örnekteki kişiye, geçmişi olduğu birini yerleştirdiğinde, durum daha da vahimleşiyor. Çünkü işler sarpa sardığında daha yüksekten düşüyor ve daha çok acı çekiyorsun. Ve buna tecrübe diyorsun, demek zorunda bırakılıyorsun.

Oysa, sözüm ona “tecrübe” kazanırken etrafıma görünmez duvarlar örmek zorunda kalıyorum. Samimiyetim, doğallığım, çocuksu yanım köreliyor, kilit altına giriyor kendimi savunmak adına. Daha güvende oluyorum belki ama daha yanlız. Daha az kırılıyorum şüphesiz ama daha sevgisiz. Daha mutlu, daha neşeli oluyorum ama paylaşamadıktan sonra kime, ne faydası olacak ki?

Cevapsız sorulara bir tane daha eklendi.

Lerzuş der ki; şartlı refleks zincirlerini çıkarın hayatınızdan ve sizi siz yapan güzel yanlarınızı, doğal ve gerçek taraflarınızı koruyun. Yaşanılan sözüm ona “tecrübelerin” sizi yanlızlaştırmasına izin vermeyin J

Gönderilmeyen Mektuplar – Vol.I


Daha yazmaya başlamadan verdiğim tek karar; bu mektubu asla göndermemek! Göndermeyeceğim çünkü bu satırların herhangi bir şeyi değiştirebileceğine inanmıyorum. Göndermeyeceğim çünkü kendimi doğru ifade edebildiğimden bile emin değilim. Hadi doğru ifade ettim diyelim, bunları senin doğru algılayabileceğinden emin olamayacağım. Göndermeyeceğim çünkü cesaretim yok! Oldu mu?!

Daha önce hiç savaşmadım. Sevilmek için yani... Birşeyleri yanlış yapmış olmalıyım ya da eksik... Herneyse o, bir mektupla düzelecek ya da tamamlanacak kadar kolay olmamalı! Bu kadar kolay olsaydı, bu beni daha da kahrederdi zaten. Bunca zaman dökülen yaşlar, kendime yaptığım sitemler... Bir iki sayfa yazıyla düzelemez, düzelmemeli. İşittiğim (bence) ağır laflar, bana layık gördüğün tavır, onca önemsenmeme, her seferinde “herkes gibi” hissetmelerim... Tüm bunlar tek bir mektupla değişebilir mi? Bir mektup bunları silemiyor belki ama onlar da hala sana olan isimsiz, kimine göre “zamansız” ama bence tarifsiz duygularımı silemediler işte...

Aşık olsaydım; ilk tatsız hareketinde, ilk ağır sözünde gurur yapar, seni silerdim. Ağlardım ama susmasını da bilirdim.

Sonrasında nefret etseydim; ‘belki sadece belki’ nispet olarak birkaç girişimim olurdu. Ağlamazdım. Unuturdum sonra da.

Sevsem, sadece sevgi olsa, uğraşırdım, dayanırdım, savaşırdım ama bir süre sonra vazgeçmesini de bilirdim. Beni sevmeni beklemezdim. Ağlardım elbet ama çok değil.

Tutku olsa; heyecan olurdu, seni görmek için delirirdim. Çok ağlardım ama ağlatırdım da. Kısa sürerdi. Biterdi.

Bense istiyorum ki; mutlu ol, hiç üzülme, beni de üzme. Yanımda ol ya da çağır, ben geleyim ama sen istediğin için, ben değil. Hayallerin benim için olsun, rüyanda beni gör. Sana güveneyim, tıpkı senin bana güvendiğin gibi. Tek kelime etmesem de sadece bakışlarımda gördüğüne inandığın gibi. Böyle bir lüksüm olmasını istiyorum sadece... Seni gördüğümde ya da bana dokunduğunda heyecanlanmak değil hayalim. Beni görmek ve benimle olmak istemen. İşte, tarifi bu, ismi nedir bilmiyorum. Bir ismi olması önemli mi? Önemliyse sen koy...

Bence bu, bana özel. Lerzuş’ça birşey işte J

Lerzuş der ki; hislerinize güvenin, dile getiremeseniz de yazın ve yazdıklarınızı da gönderin... Evren, paylaşmanızı istemese, iletişimi bu kadar kolay hale getiren araçlar geliştirmemize fırsat tanımazdı değil mi? J