19 Aralık 2012 Çarşamba

Bir suskun kadın ile bir korkak adamın hikayesi...

Ortak bir arkadaşımızın doğumgününü kutlamak için dışarı çıkmıştık o akşam. O, mekana bizden önce gelmişti. Merhabalaştık. O kadar. Son görüştüğümüz anda kalmayıp daha da geriye düşmüştük. Gecenin başlarında tutmaya çalıştı kendini, kontrol etmeye çabaladı. Ben de ondan yana bakmamaya özen gösteriyordum. Ama arkadaşım söyledi, “Sana bakarken gözleri parlıyor, öyle hayran hayran bakıyor ve birden sanki dürtülmüş gibi bakışlarını kaçırıyor” diye. Ben de bakmasam bile hissediyordum tabii, ben tutuk o benden tutuk. Grupça fotoğraf çektiriyoruz, yanıma denk düşüyor ama sarılmayı bırak dokunamıyor bile. Gecenin başında çektirdiğimiz tüm fotoğraflarda iki sepet gibi yanyana durmuşuz öylece...

Nedendir bilmem – belki benim de kasmayı bırakmamla alakalı olabilir – rahatladı, daha sık yanıma gelip daha uzun süre kalmaya başladı. Sıradan sohbetlerimiz uzarken, görüşmediğimiz günlerde birbirimizin neler yaptığını merak ettiğimizi, sorduğumuz sorularla itiraf ettik. Bir ara garsondan hesabı istediğini duydum. “Ne oldu? Gidiyor musun?” dedim, demedim aslında ağladım daha ziyade. Gülerek, “Hayır ne münasebet, beraber çıktık bu akşam, beraber kalkacağız” dedi. “Yaşasııınnnnnn” dedi kalbim, “Hesabı istediğini görünce kalkıyorsunuz sandım” diyebildi dilim.

Bir yanda her notasında ayrı bir hatıra barındıran şarkılar, karşımızda ışıl ışıl boğaz, diğer yanda da o ve ben, yan yana nihayet! Bir müddet sonra birer ikişer grup dağalmaya başladı, arkadaşlar ertesi gün işi bahane ederek evlerin yolunu tuttu. Biz de. Evim, onun yolunun üzerinde. O yüzden aynı taksiye binmemiz ve onun beni eve bırakması kimseye garip gözükmedi, ben hariç. Evimin önüne geldik, kapıya kadar geçirir ve taksiye geri döner diye içimden geçirirken, bir baktım birlikte asansöre binmişiz! Ne bir ses ne bir nefes, tek kelime etmedi. Ben de suskun, önüme bakıyorum. Zaten bizim apartmanın asansörü neye benziyor diye kime sorsam “Tabut” cevabını alıyorum, daracık olmasının yanında bir de yavaş! Beşinci kata takriben ellibeş dakikada çıktıktan sonra evin kapısını açtığımdaki rahatlamamı tarif etmem mümkün değil...

Allahtan, tek gergin ben değilim. O da mehteran takımı tadında bir adım ileri iki adım geri eve giriyim mi, hadi girdim salona geçiyim mi havasında duruyor holde. Sonunda bir cesaretle, “Ben böyle geldim ama...” diyebildi. O “ama” havada, ikimizin arasında, görünmeyen bir iple asılı durdu bir müddet. Ben içimdeki gerginliği yansıtmamak adına umarsamaz bir tonla, “Yani? İlk defa geliyor gibisin...” dedim. O ise bütün samimiyetiyle, “Öyle hissediyorum çünkü... Elim, ayağım birbirine karıştı” dedi ve o an, herşeyin kırılma noktası oldu. O an ben de, zaten beceremediğim umursamaz rolü bir yana bırakıp, “gerçek” duygularımı onunla paylaşmaya karar verdim. Ama konuyu nasıl açacaktım? Yaz, deseler tamam, onu yaparım ama ya yüzyüze konuşmak? Zor.

Kahve eşliğinde sohbet ederken, ben esas hikayenin etrafından dolanarak mevzuya “insanın kendisini bırakmasından” girdim. Birlikte olduğumuz dönemde kontrolümüzü kaybettiğimiz komik anları deştim önce. Onun pek yok, hatta hiç yok. “Gerçi sen benim kontrolü bıraktığıma, kendimi anlattığıma şahit oldun. Bunun sebebi sana güvendiğim ve yanında rahat hissettiğim içindi...” dedim. “Oysa onca zaman senin bir kere bile kendini bıraktığına ya da herhangi bir duygunu benimle paylaştığına şahit olmadım” diye devam ettim. Bir şey demedi, öylece baktı.

Özlemiş, söylemedi ama anladım. Özlemişim, söylemedim ama anladı.

Biraz vakit geçince konuşabildi ve “Benim derdim kendimle, hayatı kaçırıyormuş gibi hissediyorum. O yüzden ilişkide bir yere kadar ilerliyorum ve sonrasında bocalayıp kendimi geri çekiyorum” dedi. “Korkuyorum” diye duydum ben. “Elimde değil, beceremiyorum” diye ekledi. Taa gözlerinin içine baktım, “Ben de bunu; hem yan yana durup hem de hiç nedensiz birbirinden uzak hayatlar yaşamayı beceremiyorum” diyemedim, sadece sustum.

Kahvesini bitirince birlikte ayağa kalktık. Kapıya kadar geçirdim, sıkıca sarıldı önce, sonra da yanaklarımdan öptü. Başımı kaldıramadım, bakışlarımla rastlaşmasın diye... Ancak kapıdan çıkıp geriye döndüğünde gördü gözlerimi.

Hoşçakal, dedim. Gitti. Bitmeliydi. Bitti.

Lerzuş der ki; olur da bir gün bir arkadaşınız size buna benzer bir hikaye anlatırsa, ona “En hayırlısı olmuş bak, korkaklarla zaman kaybetme, sen daha iyilerini, senin kıymetini bilenleri hakediyorsun” ve benzeri laflar etmeyin. Çenenizi kapatın ve sadece sarılın ona, sıkıca sarılın... Çünkü emin olun, arkadaşınız bunları zaten biliyor ve hergün kendine hatırlatıyor.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Gönderilmeyen Mektuplar – Vol.II

Hayattaki en büyük erdemlerden biri insanın kendisini bilmesi bence... Öte yandan ben, kendimi bildiğimi iddia edip sürekli niye hep aynı yerde sayıklıyorum, hiç bilmiyorum...

Dışardan bakıldığında zaman zaman çelişkili, tutarsız algılandığımın farkındayım. Oysa bu çelişkilerim bile kendi içinde tutarlılık gösteriyor. Ama bunu ancak beni uzun zamandır tanıyanlar, bilenler anlayabilir, sen değil... Anlamak zorunda da değilsin zaten, çünkü seninle hiç bir alakası olmayan olaylar, kişiler yüzünden bu tepkileri veriyorum. Ve bunları ancak ben değiştirebilirim. İnan, çok da istiyorum değişmeyi, çünkü bu ben değilim, içimde dışarı yansıttığımdan daha sakin, daha olgun ve tutarlı biri var....

En azından klişelerin, kalıpların bir kısmından kendimi sıyırmayı becerebildim. Ama bazı değerler var ki “kalıp” sayılan, ancak aslında “elzem” olan... Örneğin; ister iş, ister arkadaş, ister akraba, isterse özel olsun, bir ilişkiyi tanımlayan iki DEĞER var bana göre. İlki; iletişim - haber vermek/almak anlamında, hesap sormak/vermek değil! Diğeri ise; aidiyet duygusu - bireyin kendini o ilişkide “var” hissedebilmesi, kendini ilişkiye ait hissetmesi – kesinlikle karşısındakine sahip olmak anlamında değil! İnsanın kendi inisiyatifiyle başlayan (arkadaşlar, iş) ya da kendisine bahşedilen ilişkilerine (anne, baba, kardeş, vs) bakacak olursak, bu iki değeri barındırmayanlar zaman içinde eriyip gidiyor... Yeri geliyor, taraflar arasında kanbağı olması bile buna engel olamıyor.
 
Ancak; burada bahsettiğim değerleri, “Gerçekten ilgilenen insan arar sorar, görmek ister”, “Gerçek bir ilişki varsa sana sahip çıkar”, gibi herkesin ezberden söylediği klişelerle karıştırma lütfen. Benim demek istediğim; iki insan, karşılıklı olarak bir ilişki yaşama arzusu duyuyorlarsa birbirlerinden haber almak, birlikte birşeyler paylaşmak ister ve “ilişkiye” sahip çıkarlar. En azından ben böyleyim. Ama bunun, tek tarafın isteği ve çabasıyla olması o kadar zor ki... Daha doğrusu imkansız!
 
İletişimin en elzem olduğu dönem, herşeyin başladığı, iki tarafında da birbirini tanımaya heves ettiği ilk günler aslında. Daha bir ilişki ne vardır ne de yoktur, herşey fludur, havadadır – ki bu, benim en sevdiğim dönemdir. Çünkü en heyecan dolu zamanlardır bunlar. Karşındakini tanımaya çabaladığın, kendini anlattığın zamanlardır. Herkese mi olur bilmem ama sanki insan aşık olduğunda kendini anlatma arzusuyla kıvranmaya başlıyor...

İşte, tam da bu zamanların içinde olduğumuz bir akşam bana “Aslında etrafımızda gördüğümüz birçok kişi, bizim yaşadığımız bu heyecanı arıyor. Biz çok şanslıyız, yavaş yavaş tanıyoruz birbirimizi, acele etmeden yaşıyoruz, heyecanımızı yitirmeden...” dedin ve ben o gece bir damla bile uyku uyuyamadım mutluluktan. Aynı şeyi hissetmiştik seninle. Bundan güzeli olabilir miydi? İlişkilerin bir çırpıda yaşanıp tüketildiği bir çevrede, böylesine ayrıcalıklı, güzel ve en önemlisi “samimi” hisleri yakalamak bir o kadar zorken, biz başarıyoruz sanmıştım.

Yanılmışım.

Lerzuş der ki; yanılmak bazen iyidir. Ama baştan yanılmak çok daha iyidir. Ve bazı mektuplar sadece yazılmak ve yazanın içini dökmesi içindir, gönderilmek için değil...