17 Aralık 2012 Pazartesi

Gönderilmeyen Mektuplar – Vol.II

Hayattaki en büyük erdemlerden biri insanın kendisini bilmesi bence... Öte yandan ben, kendimi bildiğimi iddia edip sürekli niye hep aynı yerde sayıklıyorum, hiç bilmiyorum...

Dışardan bakıldığında zaman zaman çelişkili, tutarsız algılandığımın farkındayım. Oysa bu çelişkilerim bile kendi içinde tutarlılık gösteriyor. Ama bunu ancak beni uzun zamandır tanıyanlar, bilenler anlayabilir, sen değil... Anlamak zorunda da değilsin zaten, çünkü seninle hiç bir alakası olmayan olaylar, kişiler yüzünden bu tepkileri veriyorum. Ve bunları ancak ben değiştirebilirim. İnan, çok da istiyorum değişmeyi, çünkü bu ben değilim, içimde dışarı yansıttığımdan daha sakin, daha olgun ve tutarlı biri var....

En azından klişelerin, kalıpların bir kısmından kendimi sıyırmayı becerebildim. Ama bazı değerler var ki “kalıp” sayılan, ancak aslında “elzem” olan... Örneğin; ister iş, ister arkadaş, ister akraba, isterse özel olsun, bir ilişkiyi tanımlayan iki DEĞER var bana göre. İlki; iletişim - haber vermek/almak anlamında, hesap sormak/vermek değil! Diğeri ise; aidiyet duygusu - bireyin kendini o ilişkide “var” hissedebilmesi, kendini ilişkiye ait hissetmesi – kesinlikle karşısındakine sahip olmak anlamında değil! İnsanın kendi inisiyatifiyle başlayan (arkadaşlar, iş) ya da kendisine bahşedilen ilişkilerine (anne, baba, kardeş, vs) bakacak olursak, bu iki değeri barındırmayanlar zaman içinde eriyip gidiyor... Yeri geliyor, taraflar arasında kanbağı olması bile buna engel olamıyor.
 
Ancak; burada bahsettiğim değerleri, “Gerçekten ilgilenen insan arar sorar, görmek ister”, “Gerçek bir ilişki varsa sana sahip çıkar”, gibi herkesin ezberden söylediği klişelerle karıştırma lütfen. Benim demek istediğim; iki insan, karşılıklı olarak bir ilişki yaşama arzusu duyuyorlarsa birbirlerinden haber almak, birlikte birşeyler paylaşmak ister ve “ilişkiye” sahip çıkarlar. En azından ben böyleyim. Ama bunun, tek tarafın isteği ve çabasıyla olması o kadar zor ki... Daha doğrusu imkansız!
 
İletişimin en elzem olduğu dönem, herşeyin başladığı, iki tarafında da birbirini tanımaya heves ettiği ilk günler aslında. Daha bir ilişki ne vardır ne de yoktur, herşey fludur, havadadır – ki bu, benim en sevdiğim dönemdir. Çünkü en heyecan dolu zamanlardır bunlar. Karşındakini tanımaya çabaladığın, kendini anlattığın zamanlardır. Herkese mi olur bilmem ama sanki insan aşık olduğunda kendini anlatma arzusuyla kıvranmaya başlıyor...

İşte, tam da bu zamanların içinde olduğumuz bir akşam bana “Aslında etrafımızda gördüğümüz birçok kişi, bizim yaşadığımız bu heyecanı arıyor. Biz çok şanslıyız, yavaş yavaş tanıyoruz birbirimizi, acele etmeden yaşıyoruz, heyecanımızı yitirmeden...” dedin ve ben o gece bir damla bile uyku uyuyamadım mutluluktan. Aynı şeyi hissetmiştik seninle. Bundan güzeli olabilir miydi? İlişkilerin bir çırpıda yaşanıp tüketildiği bir çevrede, böylesine ayrıcalıklı, güzel ve en önemlisi “samimi” hisleri yakalamak bir o kadar zorken, biz başarıyoruz sanmıştım.

Yanılmışım.

Lerzuş der ki; yanılmak bazen iyidir. Ama baştan yanılmak çok daha iyidir. Ve bazı mektuplar sadece yazılmak ve yazanın içini dökmesi içindir, gönderilmek için değil...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder