29 Kasım 2012 Perşembe

Gemi olmak...

İstenmemek nasıl bir duygu? Bilmek istemezdim. Bu duyguyu tecrübe etmek, onu tarif etmeye yetmiyor. Kelimeler gerçekten de “kifayetsiz” kalıyor. Tarif edemediğim için kitleniyor parmaklarım, doğru harfleri getiremiyor bir araya. Bu duyguyu içimden yazarak bile atamayacağımı bilmek beni korkutuyor. Daha kötüsü, belki de en kötüsü ise bunu kabullenmiş olmam...

Seni istemeyen, görmek için parmağını kımıldatmayan birini düşünmek... Herşeyi “ben kendim için yapıyorum, onun beni istemesi ve sevmesi için değil” diyerek onu savunmak... Bunu yaparken aslında kendimi kandırmaktan öteye gidememek... Gurursuzluk değil de nedir? ‘Gerçek aşkın, sevginin olduğu yerde gurur olmuyormuş’, konulu twitlerden, özlü sözlerden mi  medet mi umsam ne yapsam... Ya da ‘Onu gururumdan daha çok istiyorum’ iyi bir kaçış olur mu? I-ıh olmaz, olmuyor. Acı orda, sızı orda, akmayan yaşlar orda...

İşin daha beter kısmı; “onlar” seni istemezler ama tamamiyle uzaklaşmana ve onları tamamiyle silmene de fırsat tanımazlar: “Mutsuzluğundan sorumlu olmayacağım kadar uzağa git ama oradan öteye değil”. Bu gönderiş illa fiziksel olmak zorunda değil, seni kendinden fikren de olsa uzaklaştırmak ister. Öte yandan sen içinde ufacık da olsa bir “ümit” taşı ki tam anlamıyla onu unutarak kendini özgürleştirme! Orada bir yerlerde dur işte!

Bunun arkasındaki motivasyon, her geminin gün gelip soluklanacağı bir limana ihtiyaç duyması gibi birşey sanırım. Her gemi illaki bir gün uğrayacağı, dinleneceği ve ilk fırsatta terk edebileceği bir liman arıyor. Aslında o liman da kopup gitmek istiyor, istemez mi hiç? Gerçi gidebilse bile nereye gidecek? Hiç önemi olmuyor o an, neresi olduğu geminin umrunda bile olmuyor. Sadece gitsin, yeter ki kopsun istiyor. Orada durmuş bir tek o gemi için nefes almayı içine yediremiyor besbelli...

Ben de her liman gibi, günün birinde bir gemi olmak istiyorum. Hem öyle iyi kalpli, öyle düşünceli bir gemi olacağım ki bir gün bile limana uğramayacağım. Açık denizlerde yazacağım tüm hikayelerimi ve okyanus sularında kavuşacağım ilk aşkıma. Açık denizlerde öleceğim ben, ardımda garip, ıssız, sessiz bir liman bırakmadan...

Lerzuş der ki; yüreğinizi yüreksizlere teslim etmeden önce iyice düşünün...


26 Kasım 2012 Pazartesi

“Rağmen” güzel kelime...

Bize aksi öğretilmediği için belki de, ben “rağmen”den başka sevgi bilmem. Öyle büyütülmedim. Sadece sevgide değil, hiç bir zaman bana şart koşulmadığı için belki de. Hiç hatırlamam bana, “Lerzuş ödevini bitirirsen, o tenis raketini alacağız” ya da “Takdir alırsan şuraya tatile göndereceğiz” dendiğini... Daha çalışkan, daha zeki, daha başarılı olduğum için sevilmedim ben. Ben olduğum için, olduğum gibi sevildim. Çok hızlı konuşurdum küçükken. Annem hep “Gonca gibi olsan keşke, biraz ağır konuş ne bu böyle erkek çocuk gibi...” derdi demesine, ama kız çocuğu sanırım babasından gelen yorumları daha bir takıyor kafasına... Annemi çok da kaale almadım kısacası (Annem okumasa bari). Zaten o da bir süre sonra bu huyundan vazgeçti allahtan.

Babam hiç şart koşmadı bize. Üç kız kardeşiz biz. En küçüğüyüm ben. Ablamlardan yıllar sonra doğunca bir türlü büyüyemeyenlerden üstelik. Babamın ablamlara da şart koştuğuna şahit olmadım. Tek dileği vardı bizden: “Yapamayacağım şeyleri benden istemeyin”. Bu kadar. Çünkü “Hayır” diyemezdi, demek istemezdi, yapamazsa bizden daha çok üzülürdü çünkü...

Tanıdığım en “herşeye rağmen” seven ve bu uğurda savaşan insandı benim babam. Sevdiği bir kız varmış. Kız başka bir çocukla – eczacıydı sanırım – nişanlı... Mahalledeki bütün arkadaşları bilirmiş, babamın o kıza olan aşkını. Kız mahalleye çıktığında kulaktan kulağa babama haber uçarmış. Sadece onu bir kez, o da göz ucuyla görebilsin diye. Camilere gitmiş, adaklar adamış. Kız evlenecek başkasıyla belli, parmağında başka adamın yüzüğü takılı, ama yılmamış, savaşmış, “Herşeyimi al, bana onu ver” diye yalvarmış tanrıya. Kız da korkmamış, “O ne der, bu ne der, ayıp” dememiş, kaptırmış kalbini babama. Ama kızın nişanlısı aile dostunun oğlu, nişanı atsalar ailevi ilişkiler, dostluklar yıkılacak. Allahtan kızın annesi çok anlayışlı çıkmış, o da “rağmen”cilerin bayraktarı adeta. Kızın annesi babama “Coşkun, senin teyzen İstanbul’da değil mi? Kaçır kızımı İstanbul’a. Biz de bilmiyormuşuz gibi yapalım...” demez mi! Böylece, anneannemle dedemin rızasını alıp kaçmışlar İstanbul’a.

İnsan böyle bir ailede yetişince herhangi bir duygusunu şartlara, kurallara, ödüllere bağlamayı bilemiyor. Yaptırımlar koyup sonuçlara göre kararlar almayı ve bu kararları uygulamayı beceremiyor. Böyle yapanlarla karşılaştığında da önce bocalıyor, anlamaya çalışıyor, boşa kürek çektiğini fark edince de kırılıyor...

Koşulan şartlar çeşit çeşit, tuhaf şeyler; daha uzunsa, daha inceyse, daha güzelse, şu okuldan mezunsa, üniversite okumadıysa asla, hangi aileden acaba?, aile işiyse olur, kurumsal bir yerde çalışmıyorsa olmaz, aynı şehirdeyse olmaz, başka şehirdeyse hiç olmaz, zenginse olur, benden zenginse olmaz... Ne bu allahaşkına? Şirket birleşmesi mi? Koşulları belirle, uymazsa güle güle... Böyle sevgi, böyle dostluk, böyle hayat olur mu? Olmasın.

İşte, bu yüzden yeni yaşımda kendim için bir tek “rağmen sevgiyi” diliyorum...

Lerzuş der ki;”rağmen” güzel kelime. Tutun onu hayatınızda, bırakmayın. Çünkü gerçek olmayanlar, cesur olmayanlar, aklı fikri hesap kitapta olanlar ağzına alamıyor onu. “Rağmen” sevenler, şart koşmuyor, sözleşme istemiyor, alacak/verecek tutmuyor.. Çünkü “rağmen” özünde, olduğu gibi kabullenişi ve bu uğurda savaşmayı barındırıyor...