3 Mayıs 2013 Cuma

‘Beklentim olmasın!’ derken, kendi kıymetini kaybedenler klubü

Daha önceki yazılarımda sağlıklı ve mutlu ilişkilerin özünde, tarafların beklentiler inşa etmemesinin önemine değinmişimdir. Ama kaş yapayım derken göz çıkartanları görünce bu konuyu tekrar gündeme getirmek istedim. Hele bir de bu göz çıkartanların başında bizzat kendimin geldiğini fark edince, bu konuyu deşmek farz oldu...

Kimisi daha yetişirken ailesinden ve yakın çevresinden öğreniyor alttan almayı, taviz vermeyi, “Aman kimsenin huzuru kaçmasın” diyerek beklentilerini sıfıra indirmeyi. Kimisi ise yaş aldıkça “Bu saatten sonra içime sinen başka kimseyi bulamam” endişesine kapılarak, ilişkisini sürdürebilmek için beklentilerini en aza indiriyor, içine sinmese bile sinmiş gibi yapıyor. İşin daha kötüsü bunu “aklını kullanmak” şeklinde paketleyip sanki çok mattah birşey başarmış gibi gösteriyor.

Elbette ilişkiler ister özel ister arkadaşlık olsun, yeri geldiğinde alttan almayı, taviz vermeyi gerektirir. İnsan sosyal bir varlık ve eğer toplumda var olabilmek istiyorsa illaki ilişkiler kurmalı ve bunu yaparken de sahip olduğu değerler ve inançlar doğrultusunda bir nebze esnemeyi öğrenmeli. Çok köşeli ve sivri karakterlerin hayatta ya yanlız kaldığı ya da mutsuz olduğu bir gerçek. Bu bir.

Öte yandan, bir de o kocaman, duyunca tüyleri ürperten o meşhuuuur kelime var: “BEKLENTİ”. Egolarını güçlendirmeyi özgürleşmek kisvesi altında örtbas edeceklerini sanan günümüz insanına “A..” desen, “Aman benden birşey bekleme, talepkar insanla yapamam...” diye vızıldamaya başlıyor sağolsun. İşin beteri, bu vızıltıları kabullenip, kendisinin gerçekten talepkar birine dönüştüklerine inanan ve buzdolabını açan birinden su istemekten bile çekinen insanlar olarak her geçen gün çoğalıyoruz. Bu da ikinci gerçek.

Bir yanda beklentiler, tavizler, diğer tarafta değerlerimiz, inançlarımız, ortada biz... İşte esas hüner, tüm bunlar arasındaki dengeyi kurmakta yatıyor bence. Ancak dengeyi ararken her nasılsa kantarın topuzu kaçıyor ve biz kendi içimizde kendi kıymetimizi kendi elimizle sıfırlıyoruz. Kişiliğimizi oluşturan değerlerin, hatta kimi zaman inançlarımızın tanımını “beklentiler” olarak değiştirip, “Bu beklentilerim olduğu müddetçe yanlız kalırım” dayatmasına kanıyoruz. En vahim tarafı ise tüm bu döngüye kendi rızamızla girip sonuca kendi ellerimizle varıp, makus kaderimize tek başına oturup ağlayışımızdır.

Beklenti nedir? Birini beğenip isteyip onu partneriniz yaptıktan sonra onu değiştirmeye uğraşmak, ne bileyim sosyal bir kelebeği 7/24 evinde oturan domestik birine dönüştürmeye uğraşmaktır. Tanıştığınız günden beri sevgi sözcükleri etmeyen birinden size şarkı, şiir yazmasını, pencerenizin altında serenad yapmasını ummaktır. Bunları ummak elbette ilişkileri çıkmaza sokar, sizi de ilişkinizi de yıpratır.

Öte yandan iletişimde olmayı istemek, görüşmek için fırsat yaratmak ve karşısından bunu beklemek, ortak zevkleri keşfedip bunları paylaşmanın yollarını aramak ve partnerinin de bu uğurda çabalamasını dilemek beklenti değildir. Bunlar kıymet vermektir, zaman ayırmaktır, sevgini, ilgini gösterme biçimleridir. Ve her insan eğer bir ilişki yaşıyorsa bunları da yaşamak ister. Bundan daha doğal ne olabilir ki?

İşine öyle geldiği” için bunları beklenti olarak kategorize eden ve güya iyi kalpli görünenlere inanmaya devam edersek, korkarım ki “gerçek” bir ilişkiyi anca eski filmlerde izleyebileceğiz.

Lerzuş der ki; zannettiğin kadar iyi kalpli olmayanları gördüğünde, zannettikleri kadar saf ve hoşgörülü olmadığını göstermezsen, kaybedersin! En başta da kendine olan saygını...