Düne kadar küçük çocuklar gibiydim; geçmiş geçmişti zaten, gelecekse toz pembe. Hayallerim vardı benim, buzdan yapılmış heykeller gibi. İnce ince işlenmiş her an kırılacaklar sanki. Neyse ki onları yok edecek çöl rüzgarları henüz çok uzaklardaydı. Her sabah, diyordum, yepyeni bir umut, taze bir başlangıç, doyumsuz bir macera. Her yeni gün yeniden heyecanla kollarımı açıyordum geleceğe, gelecek dediğimiz sihirbazın getireceklerine. Toydum daha, gözlerim yarı açık hatta kapalı. Heykellerimle oynuyordum dilediğimce. Çocukluğumun enerjisi, gözlerimden yayılan ateş bile onları eritemiyordu. Biraz zorlasan, onları tamamen ortadan kaldıracak fırtınaların varlığını bile inkar edebilirdim. Ettim de...
Günler geçti, aylar bitti, yıllar eridi, ama ben ve oyuncaklarım dimdik ayaktaydık. Gerçi heykellerim küçülmüşlerdi, kimisine göre çok sıradandılar ama benimdiler ve ayaktaydılar. Şimdilik. Beni de hayatta tutuyorlardı. Yine de nedendir bilmem, o yakıp yıkan rüzgarları bekler olmuştum. Uğutularının rüyalarıma bile girdiğine yemin edebilirdim. Herşey öylesine durgun, sakinken ansızın başlayan, dağıtan yıkıp yokeden ve sonra çekip giden...
Bir gün geldi. Bir pazar günü. Diğer günler nasıl gelirse öyle. Ve geçti. Ama diğer günler gibi değil. Yeniden uyandığımda artık ne heykelciklerim vardı ne de ben. Önceleri varlığını inkar ettiğim rüzgarlar şimdi beni de heykellerimi de eritmiş, yoketmişti. Geriye ne bir nefes, ne bir su birikintisi... İşte o an, artık çocuk değildim.
Bilseydim geleceğin böylesine acımasız bir sihirbaz olduğunu, açmazdım kollarımı o kadar şevkle ona. Sıkıca tutardım bedenimi, siper olur heykellerime, onları korurdum. Eğer yine de eriyip yok olacaklarsa benim sıcaklığımla, benim gözyaşlarımla bölünmeliydiler binbir parçaya. Geleceğin o nankör nefesiyle değil. İllaki yok olucaklarsa ben parçalamalıydım onları, önceden hazırlayarak, yavaş yavaş terkederek, kimisini kırarak kimisini ezerek kimisini de başkalarına emanet ederek...
Ve bir gün daha geçti ve bir gün daha... Her sabah gözlerimi açmamı sağlayacak tek bir hayalim bile kalmamıştı. Özlemle kucaklamayı beklediğim gelecek, bir sihirbazın şapkasından çıkardığı tavşandı dün, şimdiyse ellerinin arasında kayıplara karışan bozuk bir para. Gözlerim eskisi gibi ateş saçmayı bırak, bakmıyorlardı bile. Ellerim tutmuyor, vücudum hissetmiyor, kulaklarım işitmiyordu sanki. Dolmak için hiç bir fırsatı kaçırmayan göz pınarlarım kurumuştu. Bir tek kalbim acıyordu. Hem de ne acı. Öyle ki esip geçen rüzgardan saklayabildiğim tek şey göğsümün üzerinde bir buzdağı gibi donup kalmıştı sanki...
Sonra yavaş yavaş ellerimi hareket ettirdim. Bazı sesleri hayal meyal işitir oldum. Üşüdüğümü hissettim bir an. Hoşuma gitmişti titremek, uzak, dedim o çöl sıcakları uzak. Bir daha uğramazlardı yakınıma, hem zaten parçalayacakları buzdan heykellerim de kalmamıştı... Kötünün içinde de olsa iyi bir yan bulmak avutmuştu beni ve bu avuntu çok kısa bir an sürdü. Bir telefon geldi Korkuteli’nden... Yanlış öğretmişlerdi bana. Adalet, geleceğin bir parçası değildi.
Ne zaman sonraki cama vuran aksime ilişti gözlerim. Fırtınalarda yok olan heykellerim gibi eriyordum sanki. Bir an, çok kısa bir an isyan etmek geldi içimden, savaşmak, direnmek geldi. Bağırıp oraya buraya saldırmak, bir şeyleri değiştirmek, düzeltmek... Sonra aklıma bir söz geldi; “Hayatta 4 şey geri gelmez; geçen zaman, ...” Diğer üçü umrumda bile değildi.
Camdaki aksimi sildikten sonra kalkıp babamın yanına gittim.
Lerzuş der ki; seven sevdiğini, özleyen özlediğini vakit kaybetmeden söylesin ! Bunları duyacak olanlar hala hayattayken, hala bir şansınız varken...