3 Ocak 2013 Perşembe

Yeni yıl ile eski günlüklerin savaşı

Yeni yılın ilk günü tatil olunca Pazar tadında bir Salı geçirdim eski dostlarla. Dostlar eski olunca konuşulan konular da kişiler de eski oluyor tabii.

Tozlu, puslu konuları açtık kahveler eşliğinde. Daha önce bilmediğimiz ufak detaylara “Aaaaa... yaaaa...” gibi şaşkınlık nidaları eşliğinde vakıf olurken, herkes gibi benim “eski”ler de anıldı. Aslında abartmamam lazım, ben gökyüzüne bakıp milyarlarca yıldız içinde birini seçen ve ömrü boyunca o yıldız tarafından seçilmeyi bekleyen romantiklerdenim. Dolayısıyla, benimle ilgili bir tek dosya açıldı.

O da yetti zaten...

Bu sohbetten sonra melankolik bir halde eve döndüm. Eski günlüklerimin olduğu kutuyu çıkardım. (hata #1) Hiçbir şeyi biriktirmeyen, saklamayan ben, ondan kalan herşeyi; peçete üzerine yazdığımız ilk protokolümüzü, içindeki manide onun burcunun geçtiği Falım çiklet kağıdını, isminin başharfinin olduğu Bonibon kapağını, bana aldığı ilk hediyeyi, son hediyeyi, birlikte çekilen fotoğraflarımızı, yazıp gönderemediğim mektupları, yazıp gönderebildiklerimi, ona yazdığım ama bir türlü okutamadığım şiirleri, herşeyi saklamışım! (hata #2)

Bütün yazıları, şiirleri tarih sırasına koyup en eskiden yeniye okumaya başladım. (hata #3) Son satırı okuduktan sonra anladım ki aslında bunları saklamak, yıllar sonra ortaya çıkartıp okumak o kadar da büyük bir hata değilmiş. Neden mi? Açıklayayım...

İlk başta, insan o ilişkisinde yaptığı hataları – defalarca, üstüste, bıkmadan, usanmadan – okudukça, kendine dönüyor ve sorguluyor; “Onun sözlerini neden öyle algıladım? Neden öyle bir tepki verdim?” soruları üşüşüyor aklına. Neden hep aynı kısır döngüde kaybolmuşum ben, diye çaresizce kafa yoruyor. O zamanki halini, düştüğü durumları hatırlayınca üzülüyor. Ve kızıyor kendine onca zamanı aynı kişide yitirdiği için değil de, aynı hataları yaparak yıllarını kaybettiği için. Ama en çok kendine yaptığı haksızlıkları, yok yere kendi canını yakmalarını hatırladıkça acıyor içi.

Tüm bunları yaşarken hiçbirinde ağlamıyor. Çünkü olaylara dışarıdan, sanki üçüncü bir şahıs gibi bakmasını becerebiliyor artık. Çünkü zamanla öğrenmiş oluyor, olayları, yaşandığı zaman kapsamında değerlendirmesi gerektiğini. Ve böylece fark ediyor bu zaman zarfında ne kadar değiştiğini, daha doğrusu ne kadar “geliştiğini”. Kendisiyle gurur duyuyor. Gülümsüyor kendi kendine...

Ama bir an sonra, aklına başka bir soru takılıyor; “Ya 10 yıl sonra değil de 10 ay sonra aysaydım tüm bunlara? Ya daha kısa zamanda keşfetseydim kendimi? Aynı hatalarla hem kendimi hem onu hem de ilişkimizi bu kadar tüketmeseydim?”. İsmi geçtiğinde bile hala gözlerimin dalıp gittiği, rüyamda gördüğüm gecenin sabahı hala bir “garip” uyandığım bu hikayemin sonu nasıl olurdu acaba?

İşte bu soruyu düşünürken insan ağlıyor, elinde değil...

Lerzuş der ki; bazen hayatınıza öyle özel biri girer ki, çıktığında bile onu sevmeye devam edersiniz. Çünkü size ömürlük sevgiyi öğretmiştir, bilerek ya da bilmeyerek... Onlara teşekkür edin.