23 Aralık 2013 Pazartesi

Tarih tekerrür etmesin, amin !

Tarihi oldum olası sevmedim. Lisedeyken ezberim kuvvetli diye yüksek puan alırdım dersinden. Üniversitede okurken, seçmeli olarak bile almadım, mantık dersini tercih ettim, düşünün! Tarihin kendisini tekrarlamasını istemiyorum, çünkü aynı sözleri işitmeye hazır değilim. Dibimde olan, elimi uzatsam dokunacağım birinin saniyeden de kısa bir süre zarfında, benden fersah fersah uzaklaştığını farketmek istemiyorum. Daha doğrusu hiç o kadar yakınımda olmadığını... Hepsinin bir illüzyon, kafamdaki bir hayalden ibaret olduğu kakılmasın kafama bu sefer. Karşılıklı olduğuna inandığım – inanmak istediğim belki de- onunla birlikteyken hissettiğim rahatlık, huzur bir anda uçup gitmesin. Nereye bakacağını şaşıran, elini nereye koyacağını bilemeyen, ağzında birşeyler geveleyip tam bir cümle kuramayan, karşısındakiyle 7 yıl önce değil de 7 dakika önce tanımışcasına rahatsız, huzursuz bi’ lerzuş’a dönüşmiyim, n’olur... Cesaretin; hiçbirşeyden korkmamak değil, korkularıyla yüzleşip onlarla savaşabilme gücü olduğuna inanırım. Benim korkumsa, daha önce duyduğum sözleri, bahaneleri yeniden işitmek ve ağzını açıp tek bir kelime edememek, onun gözlerine bile bakmaya çekinip donuk bir “Peki”den başka birşey diyememek, geldiğim gibi kalkıp sessiz sedasız gitmek... Bir sürü bahaneler uyduruyorum kendi kendime. Sırf bu korkularımla yüzleşmemek için. Eğer en büyük kötülük belirsizlikse ve ben tırsmadan konuşursam –iyi ya da kötü- bu belirsizlik ortadan kalkacaksa? Belki de belirsizlik en büyük kötülük değildir diyor içimden bir ses sürekli... Bu ses hiç susmaz mı? Oysa bizim hikayemizde suskun olan bendim, korkak olan o. Roller değişti, daha doğrusu tüm rolleri ben üstlendim. Artık hem korkağım hem suskun... Ne konuşuyorum, ne karşımdakini konuşturuyorum, hep bir özür hep bir engel, habire ertelemelerle vakit öldürüyorum, hayattaki en değerli, en vazgeçilmez, yerine konması imkansız tek şeyin “zaman” olduğunu bile bile... Einstein’ın dediği gibi aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar bekleyip bir yandan “deli” damgasını yerken, öte yandan bu korkularıma yenilmek yerine, bu sefer bi’ cesaret duygularımı dile getirebilirim belki de. Tam da yeni bir yıla hazırlandığımız bu günlerde, süper bir başlangıç olmaz mı? Bence olabilir... Lerzuş der ki; seviyorsan, git konuş bence...

19 Kasım 2013 Salı

Sahiplenmenin dayanılmaz yanlızlığı !

Biz ilk başta dünyaya gelirken mi böyle doğuyoruz, yoksa zaman içinde mi öğreniyoruz, tam çözmüş değilim. Ancak tek bildiğim; bir ilişkide karşındakini sahiplenmeye çabaladığında, onu özünden uzaklaştırmaya çalıştıkça, bir de bunu “Ben aslında ilişkimize sahip çıkıyorum!” kisvesi altında yapınca kaybediyorsunuz ya da kayboluyorsunuz. Her iki türlü de beklenen son, yanlızlık... Herşey güzel başlar. Güzel olmasa, başlamaz zaten... Ama zamanla, her nedense başlangıçta sizi onunla konuşmaya, ona doğru bir adım atmaya nelerin ittiğini unutursunuz. Arkadaşlarınızın olumsuz yorumları daha çok meşgul eder aklınızı. İlişkinize sahip çıkmaktansa, partnerinizin, sanki o bir “mal”mış gibi, sahibi olmaya kitlenirsiniz. Etraftan duyduklarınız, filmlerde seyrettikleriniz, romanlarda okuduklarınızla başlarsınız karşınızdakini değiştirmeye. Aslında tek yaptığınız, kalbinizdeki kişiyi bir takım şartlandırmaların zoruyla kafanızda oluşan şablona sığdırmaktır. O, değişmez. “Beni gerçekten seviyorsa, değişir!” safsatasıyla kendinizi kandırmayın! İnsan, ancak ve ancak kendi istediği ve gerekli gördüğü, faydasına inandığı koşullarda değişir. Bunun, karşısındakine duyduğu sevgiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Öz sevgiyle alakalıdır ziyadesiyle... Kimileri bu baskıya dayanamaz ve değişir. Değişmiş gibi yapar. Bunun arkasında kim bilir hangi korkuları vardır. Yanlız kalma korkusu, istenmeme, beğenilmeme ve terkedilme korkusu... Halbuki en yanlız kişi, kendi özünü yaşamaktan korkandır. Zorla, tehdit edilerek, korkutularak, tuzağa düşülerek değişmek zorunda bıraktığınız, belki de kendi doğal ortamından koparıp aldığınız bu kişi, önce size olan inancını kaybeder, sonra da yaşama sevincini... Artık o, sizin ilk tanıdığınız insan değildir. Başlangıçta, onda sizi çeken ne varsa kaybolmuştur belki de. Artık, o sizin kafanızın içindeki şablona uymuştur, siz artık onun “sahibi” olmuşsunuzdur da, “Sen kime aitsin o zaman?” sorusuna yanıt bulmak o kadar kolay değildir... Lerzuş der ki; egonun sinsi tuzaklarına düşmeyin! Sahiplenme arzusunun ardındaki gizli gerçek, yanlız kalma korkusudur. Oysa, karşımızdakini kalbimizden, düşlerimizden çıkarıp salonun köşesinde duran koltuk misali metalaştırınca yanlız kalındığını unutmayın... Aidiyet duygusu daha huzurludur, inanın!

17 Haziran 2013 Pazartesi

BU BLOGDA #direnis VAR !

BU BLOGDA #direnis VAR !
Değerli arkadaşlarım, ülkemizin içinde bulunduğu böylesine hassas bir dönemde elimden gelen her platformda direnişimizi sabırla, sevgiyle ve herşeyden önemlisi sağduyu ile göstermeye devam edeceğim.
Bu sebeple lerzuş der ki #direntürkiye ! 3S 3K'yı yenecek. Sevgi, Sabır, Sağduyu her zaman ve daima Kavga, Kin ve Kibir'i alt edecek!
Hak ettiğimiz özgür, barış dolu, huzurlu günlerde yeniden görüşmek üzere...
BİZ, BİRİZ !

17 Mayıs 2013 Cuma

Annem'e...

Gerçi bu şiiri anneme 7 Ocak'ta yani doğumgününde yazmıştım. Ancak "Anneler Günü" niyetine yayınlamak nasip oldu... Benim annem güzel annem :-)

Anlattığın masallar gibi
Hani pembeydi
Herşeyin sonu?
Kurt ölür, kız kurtulur,
Sevenler birbirini bulur,
Yaşanan son
Hep mutluluktur.
Böyle demez miydin bize?
Bu kez yanıldın anne...

Bilir misin,
Sevenler kavuşmuyor her seferinde.
Ayrılık bir tokatmışçasına
Patlıyor insanın yüzünde.
O vakit,
Yaşam da bir, ölüm de...
Bir film gibi
Akıp gidiyor yaşananlar
Gözünün önünde.
Ve gözyaşıyla geliyor son sahne
Bu final, benzemez seninkilere
Yaşlar dinmez
Ne gündüz ne gece.
Biliyorum:
Hata sende değil,
Senin kızının kaderinde...

Renk kara, mevsim güz
Benim hikayemde.
İnanmak istemesen de
Gerçek, bu işte!
Hani kıyamazlardı ya senin biriciğine,
Yanılmışsın
Bana kıydılar anne...

3 Mayıs 2013 Cuma

‘Beklentim olmasın!’ derken, kendi kıymetini kaybedenler klubü

Daha önceki yazılarımda sağlıklı ve mutlu ilişkilerin özünde, tarafların beklentiler inşa etmemesinin önemine değinmişimdir. Ama kaş yapayım derken göz çıkartanları görünce bu konuyu tekrar gündeme getirmek istedim. Hele bir de bu göz çıkartanların başında bizzat kendimin geldiğini fark edince, bu konuyu deşmek farz oldu...

Kimisi daha yetişirken ailesinden ve yakın çevresinden öğreniyor alttan almayı, taviz vermeyi, “Aman kimsenin huzuru kaçmasın” diyerek beklentilerini sıfıra indirmeyi. Kimisi ise yaş aldıkça “Bu saatten sonra içime sinen başka kimseyi bulamam” endişesine kapılarak, ilişkisini sürdürebilmek için beklentilerini en aza indiriyor, içine sinmese bile sinmiş gibi yapıyor. İşin daha kötüsü bunu “aklını kullanmak” şeklinde paketleyip sanki çok mattah birşey başarmış gibi gösteriyor.

Elbette ilişkiler ister özel ister arkadaşlık olsun, yeri geldiğinde alttan almayı, taviz vermeyi gerektirir. İnsan sosyal bir varlık ve eğer toplumda var olabilmek istiyorsa illaki ilişkiler kurmalı ve bunu yaparken de sahip olduğu değerler ve inançlar doğrultusunda bir nebze esnemeyi öğrenmeli. Çok köşeli ve sivri karakterlerin hayatta ya yanlız kaldığı ya da mutsuz olduğu bir gerçek. Bu bir.

Öte yandan, bir de o kocaman, duyunca tüyleri ürperten o meşhuuuur kelime var: “BEKLENTİ”. Egolarını güçlendirmeyi özgürleşmek kisvesi altında örtbas edeceklerini sanan günümüz insanına “A..” desen, “Aman benden birşey bekleme, talepkar insanla yapamam...” diye vızıldamaya başlıyor sağolsun. İşin beteri, bu vızıltıları kabullenip, kendisinin gerçekten talepkar birine dönüştüklerine inanan ve buzdolabını açan birinden su istemekten bile çekinen insanlar olarak her geçen gün çoğalıyoruz. Bu da ikinci gerçek.

Bir yanda beklentiler, tavizler, diğer tarafta değerlerimiz, inançlarımız, ortada biz... İşte esas hüner, tüm bunlar arasındaki dengeyi kurmakta yatıyor bence. Ancak dengeyi ararken her nasılsa kantarın topuzu kaçıyor ve biz kendi içimizde kendi kıymetimizi kendi elimizle sıfırlıyoruz. Kişiliğimizi oluşturan değerlerin, hatta kimi zaman inançlarımızın tanımını “beklentiler” olarak değiştirip, “Bu beklentilerim olduğu müddetçe yanlız kalırım” dayatmasına kanıyoruz. En vahim tarafı ise tüm bu döngüye kendi rızamızla girip sonuca kendi ellerimizle varıp, makus kaderimize tek başına oturup ağlayışımızdır.

Beklenti nedir? Birini beğenip isteyip onu partneriniz yaptıktan sonra onu değiştirmeye uğraşmak, ne bileyim sosyal bir kelebeği 7/24 evinde oturan domestik birine dönüştürmeye uğraşmaktır. Tanıştığınız günden beri sevgi sözcükleri etmeyen birinden size şarkı, şiir yazmasını, pencerenizin altında serenad yapmasını ummaktır. Bunları ummak elbette ilişkileri çıkmaza sokar, sizi de ilişkinizi de yıpratır.

Öte yandan iletişimde olmayı istemek, görüşmek için fırsat yaratmak ve karşısından bunu beklemek, ortak zevkleri keşfedip bunları paylaşmanın yollarını aramak ve partnerinin de bu uğurda çabalamasını dilemek beklenti değildir. Bunlar kıymet vermektir, zaman ayırmaktır, sevgini, ilgini gösterme biçimleridir. Ve her insan eğer bir ilişki yaşıyorsa bunları da yaşamak ister. Bundan daha doğal ne olabilir ki?

İşine öyle geldiği” için bunları beklenti olarak kategorize eden ve güya iyi kalpli görünenlere inanmaya devam edersek, korkarım ki “gerçek” bir ilişkiyi anca eski filmlerde izleyebileceğiz.

Lerzuş der ki; zannettiğin kadar iyi kalpli olmayanları gördüğünde, zannettikleri kadar saf ve hoşgörülü olmadığını göstermezsen, kaybedersin! En başta da kendine olan saygını...

25 Nisan 2013 Perşembe

Netlik için önce cesaret sonra kendini bilmek gerek!

Nereye gitsem, kiminle dertleşsem, hangi muhabbete kulak kabartsam son zamanlarda konu dönüp dolaşıp hep aynı lafta kilitleniyor; “Bu yaşına gelmiş bir insan önce net olmalı!

Nasıl ki akıl yaşta değil baştaysa, bence netlik de yaşta değil yürekte!

Yürekte çünkü net olmak demek, seçim yapmak demek. Birçoğu arasından tekini seçerken diğerlerini elemek demek. Kendini tek bir şey uğruna diğerlerinden mahrum etmeyi göze almak demek. “Hep bana, hepsi bana” yerine “Ben bunu istiyorum, sadece bunu...” demek, diyebilmek.

Elbette bu seçimleri yapabilmek için insan önce kendi içine bakmalı, kim olduğunu, ne istediğini, neyle nasıl mutlu olabildiğini görmeli. Niceliği değil, niteliği hedef almalı. Bunu başarmaya çalışırken arada olmayacak seçimler yapmalı. İnsana büyürken mutlaka “Ben bunu istemiyormuşum” dedirten tecrübeleri de yaşamalı. Nasıl ki herşey hayatta zıttıyla mevcutsa, insan gerçek arzularını belirlerken, istemediklerini de gösteren seçimler yapmalı. Yapmalı ki öğrensin. Çünkü hepimiz ne duyduklarımızı ne gördüklerimizi ne nasihatleri hatırlarız, günün sonunda en çok, gerçek yaşanmışlıklar anımsanır...

Peki, insanoğlu herşeyi istemekten neden vazgeçemez? Doğada hiçbir varlık, insan evladı kadar doyumsuz değil de ondan. Siz hiç “öylesine” ya da “boşluktan” bir diğerine saldıran, onu yaralayan ya da avlayan bir hayvana rastladınız mı? Oysa ne acıdır ki çoğumuz bu tiplerle her gün bir yerlerde karşılaşıyoruz.

Hiç kuşkusuz insanın tatminsiz olmasının iyi tarafları da vardır. Eğer insanoğlu kanaatkar olsaydı, biz belki internet yerine hala dumanla ya da posta güverciniyle haberleşiyor olurduk. Bu hırsını, ihtirasını insanlığın gelişimine harcayanlara minnettarım. Ancak, bu doyumsuzluğunu sosyal ve kişisel ilişkilerine taşıyanlarla ilgili birkaç acımasız tespitim olacak.

Sosyal hayatında ve özel ilişkilerinde hep benim istediğim olsuncular ve hepsi benim olsuncular grubundakilerin narsizm yolunda sağlam adımlarla ilerlediklerini düşünüyorum. Bu insanlar popülist yaklaşım içinde, hiçbir tercih yapmadan “istisnasız” herkes tarafından sevilmek, aranılmak isteyen arsızlar bence. Bir de bunlar, istediklerini elde ettiklerinde hooop diye tüm ilgisini kaybedip, sahip olduğu için onu kıymetsizleştirirler. Aslında için için kendi kıymetsizliğine o kadar inanır ki, “ona ait olan” birşeyin değerli kalabileceğini aklı almaz. Ancak yine de takip mesafesinde kalarak, sen gitmeye karar verdiğin an elinden oyuncağı alınmış çocuk misali seni geri ister... Şaşkın!

Bu tipler sürekli kendi hakkında konuşurlar ama asla “duygu” kısmına girmezler. Daha ziyade “sahip” olduklarıyla ilgili “monologları” tercih ederler. Senin ne yaptığının, ne hissettiğinin zerrece önemi yoktur. Bilmekten korkar. Çünkü bilmek demek paylaşmak demektir. Paylaştıkça karşısındakini tanımaktan, kendini bırakmaktan, açık vermekten korkar. Çünkü o zaman, onu tanıyacağından ve sakladığı o sahte halini görüp onu sevmeyeceğinden korkar.

İşte, biz bu profildeki kadınlarla, erkeklerle dolu bir ortamda yaşamaya, ilişki kurmaya ve bu ilişkileri sürdürmeye çalışıyoruz. Bunun için çabalarken de bazı beklentilerimiz oluyor haliyle. “Karşımdaki insan net olsun!” gibi. Ammavelakin bu profildeki bir insandan netlik beklemek delilik değil de nedir?!

Lerzuş der ki; daha kendini bilmeyen, ne istediğini, hatta daha önemlisi ne istemediğinin farkında bile olmayan, bunu çözmek için ise en ufak bir arzusu ve cesareti olmayan birinden kimseye hayır gelmez. Fişi çekin!

16 Nisan 2013 Salı

Kızılca kıyamet

Yüreğimin çarpışını duy isterdim
Hangi ismi fısıldadığını farket.
Dilerdim ki gözlerime bak
Hem de taa içine
Gör ordaki seni ve hisset!
Hisset ki silinmesin o an
Bil ki yaşadığımız
Başka bir yer, başka bir zaman.
Sonra bir de beni kokla;
Aşkın kokusu bu sürünüp geldiğim.
Derin bi' nefes al, içine çek.
O an, senle ben biziz,
Biz ise bir tek!
Olanca gücünle sarıl bana
Şimdi sen benim ol
Ben de seninim farzet!
Öyle bir bağır ki
Duysun sesini tüm kainat
De ki:
"Biz birbirimize aidiz,
İsterse kopsun kızılca kıyamet !"

Lerzuş

4 Mart 2013 Pazartesi

Gönlüme...

Yazmaya uzun bir zaman ara verdim, elimde olmayan sebeplerden ötürü... Dönüşümün de biraz farklı olmasını istedim açıkçası. O yüzden bu hafta bir şiirimi paylaşmak istedim. Şiir değil tabi, bir denemesi diyebiliriz ancak...

Kabul et artık, yeter!
Ona ağlıyor bu gözler,
Onu özlüyor bu eller.
Bırak!
Bulma başka bahane.
Gururun yalan,
Öfken sahte.
Aklın hala
'Yalancı' dediğin o herifte!
Gel kabullen, ne olur
Göz yorulur
Söz yorulur
Fikir yorulur
Bütün bu acılar
Bi'gün gelir
Sana sorulur.
Ne dersin o zaman?
Kuru bir 'Sevmiştim' mi?
Sevmek dediğin
Sence bu iş mi?
Hep gözünde yaş
Her nefeste acı
Kendinle verdiğin savaş
Her saniyesi
Günlerce süren kalleş bir sancı...
Yalvartma artık ne olur!
Tüketti beni bu işkence
İnsafsız!
Ne gündüz diniyor ne gece.
De ki 'Haketmedi beni'
De ki 'Değmezmiş ona,
Dudaklarımdan dökülen tek bir hece'
Son ver artık, bitir!
Ve kendine vurduğun bu zincir
Çözülse bile mahşerde
N'olur Gönül,
Sakın ona geri dönme!

Lerzuş der ki: bazen duygularınız o kadar yoğun olur ki sayfalarca yazsanız rahatlayamazsınız. Kaleminiz biter, kağıdınız tükenir ama sözleriniz bitmez. Dileğim, hayatınızdaki böyle anların hiç tükenmemesi... Çünkü insan ancak bu anları yaşarken "gerçekten" hayatta olduğunu hissediyor...

8 Şubat 2013 Cuma

Saygı vs Sadakat

Özellikle son dönemde kadınların bile(!) eşlerini, sevgililerini aldatma hikayeleri bu kadar çok gündeme gelince, ister istemez “sadakat” konusu daha fazla tartışılır oldu.

Kadınların bile diyorum, çünkü uzun zamandır erkeklerin “doğası gereği” çoğalma içgüdüsüyle farklı tenlere “ihtiyaç” duymalarının “normalliği” tüm toplumlara empoze edilmeye çalışıldı ve daha kötüsü de bunu kabullenen kesim hiç azımsanacak gibi değil... Ama ben erkeklerin aldatması normal mi, doğal mı, değil mi, ne oldu da kadınlarda böyle bir eğilim başladı, gibi konuları deşmeyeceğim burada.

Benim niyetim daha çok insan ilişkilerinde sadakat beklentisinin saçmalığından ve aldatmanın yegane yönteminin başka biriyle yatmakla olmadığından bahsetmek! Sadakatten ziyade saygı duymak, saygı göstermek gibi değerlerin tartışılması gereken yerde neden sadakate takılıp kaldık, onu hiç anlamadım ya zaten...

Ne demek istediğimi daha açık ifade edebilmek için sizden, şimdi okuyacaklarınızı kafanızda canlandırmanızı isteyeceğim.

Diyelim ki bir kadın var, ismi Ayşe. Bir de kocası/sevgilisi olsun, adı Ali. Epey zamandır süren, mutlu bir birliktelikleri var. Çift, bir akşam bir davete gidiyor. Orada çok hoş bir hatunla tanıştırılıyorlar; Ali’nin tüm dikkatini cezbeden esmer güzeli bir Leyla. Kokteyl boyunca Leyla, Ali’ye olan ilgisini hiç gizleme gereği görmüyor. Ali’nin gururu okşanıyor haliyle. Leyla bir iş bahanesiyle onları tanıştıran ortak arkadaşlarından Ali’nin telefonunu alıyor. Davetin ertesinde Ali’yi arıyor ve iş çıkışı birşeyler içmeye davet ediyor.

Leyla’nın telefonuna oldukça şaşıran Ali, Leyla’nın “masum” görünümlü teklifini kabul ediyor büyük bir heyecanla. Ayşe’ye nasıl bir bahane uydursam diye düşünürken heyecanı daha da katmerleniyor. Lineer düşünen ve yaratıcılıkta maalesef sınır tanıyan her erkek gibi, klasiklerden olan iş yemeği bahanesini kullanıyor ve uçarak Leyla’yla buluşmaya gidiyor. Leyla’nın bakışı, sesi, kokusu, kahkası, herşeyi onun alışık olduğu “güvenilir” dünyasından, kısacası Ayşe’sinden o kadar farklı ki... Cezbine kapılmaması neredeyse imkansız. Dakikalar su gibi akıyor, Ali hiç eve dönmek istemiyor, Leyla da bu arada evinin buluştukları kafeye ne kadar yakın olduğundan ve Ali’nin müzik zevkine hitap eden müthiş caz albümü koleksiyonundan bahsediyor. Ali’nin kafasında deli sorular.... Bir tarafta, yanında kendi gibi olabildiği, onu belki de kendisinden bile iyi tanıyan, güvendiği, sevdiği, alıştığı Ayşe’si... Diğer tarafta ise keşfedilecek yepyeni bir dünyası, Ali’yi heyecanlandıran gülüşü, teni, kokusu ile Leyla...

İşte tam burada yol, ikiye ayrılıyor...

Birinci Ali, Leyla’nın peşine düşerse kaybedeceklerini düşünür; düzeni bozulacak, belki Leyla’yla sürmeyecek, öylesine bir gece için Ayşe’nin beraberinde sağladığı koşulları kaybedecek. Hayatı şaşıcak, huzuru kaçıcak kısacası... Böyle düşünen birinci Ali kibarca, Leyla’nın o takdire şayan özgüvenini de zedelemeden kadını reddeder ve bildiği, alıştığı yere, Ayşe’nin yanına döner. Yaşadığı bu gizli yarı-kaçamaktan aldığı hazla o akşam Ayşe’yle bi’ farklı sevişir. Gözünün önünde Leyla’nın kara gözleri, kulağında onun boğuk sesi ile hayalindeki Leyla’nın beyaz, yumuşak tenini arar Ayşe’de, bulur da... Sabah olur, Ali bi’ farklı uyanır, Ayşe ise aynı. Birlikte kahvaltı eder, evden çıkıp ofislerinin yolunu tutarlar. Her gün nasılsa öyle... Ayşe, dün gece Ali’nin aklından, içinden, kalbinden geçenlerin kendisiyle hiç bir alakası olmadığını bilmeden yaşamaya devam eder... Eskiden nasılsa öyle... Ali, erkek arkadaşlarıyla olan buluşmalarında bahseder Leyla’dan ara ara, Leyla’yla ikisinin en çok sevdiği caz parçaları çaldığında aklına düşer, gözü dalar, eli telefona gider ama arayamaz, yine aklında Leyla’yla Ayşe’sine dokunur, ama o kadar işte...


Ali’mizin ikinci versiyonu daha gözüpek olsun, terazinin iki gözünü düşünmesin, hesap yapmasın, ne kazanırım ne kaybederim demeden, düşsün Leyla’nın peşine. Bu sefer gerçekten gözünün önünde Leyla’nın kara gözleri, kulağında onun boğuk sesi ile Leyla’nın beyaz, yumuşak tenine dokunsun... Sonra bildiği, alıştığı yere, Ayşe’sinin yanında dönsün. Neden bu kadar geciktiğini açıklayan birkaç ekstra yalan söyleyip yatsın. Yatsın yatmasına da uyuyamasın. Ayşe’nin gözlerine bakamasın. İçi içini yesin. Bütün gece dön baba dönelim şekilde uyumaya çalışırken sabahı zor etsin. Kahvaltıda Ayşe’yi alsın karşısına ve dün geceyi anlatsın. Pişmanım, desin. “Seni artık daha az sevdiğimden değil ama bu monotonluktan, bu güvenli alandan bir an olsun çıkmak istedim, beğenilmenin, başka bir kadın tarafından arzulanmanın heyecanına kapıldım. Bunu yaşadıktan sonra gözlerinin içine baka baka hiçbirşey olmamış gibi yapamadım. Seni aptal yerine koyamadım. Bil ve ona göre karar ver istedim” desin.

Şimdi soru şu: Ali’lerden hangisi sadakatsiz? İkinci Ali mi sadece? Evet, ikincisi aldattı. Aldattı çünkü “gerçekten” yattı Leyla’yla, öyle mi? Ya birinci Ali? Onun yaptığı daha mı iyi, daha mı dürüst?

Bu hikayeyi niye yazdım? Amacım, örnek vakalardan yola çıkarak hayali de olsa kimseyi yargılamak değil. Benim derdim; doğduğumuzdan bu yana ailemizden duyduklarımızdan, çevremizde gördüklerimizden, izlediğimiz filmlerden, okuduğumuz kitaplardan etkilenip kendimizi, küçücük dünyaların içine hapsetmeyelim. Basmakalıp yaptırımlara pabuç bırakmayalım. Oturup, düşünelim, dönüm noktalarına geldiğimizde seçtiğimiz yolu “neden”, “hangi değerler” yüzünden seçtiğimizi fark edelim. Körü körüne, hiç sorgulamadan bazı değerlerin peşine katıp kendimizi, hayatımızı harcamayalım...

İnsan düşünen, hisseden, her zaman mantığını değil çoğu zaman egosunu, duygularını takip eden bir varlıksa eğer, yüzde yüz sadakat gösteremez. Aksiyona dönüştürmese bile aklından, içinden geçirebilir. Hayal edebilir, o hayali yaşayabilir, kimi zaman hayalini yaşatırken sizi adice sömürebilir, kullanabilir ve bunları yaparken sizin onurunuzu hiçe sayabilir. Bunlar sadece “hayal ürünü” olduğu için onurunuzun, haysiyetinizin korunduğunu düşünmek saçma değil mi?

İnsan düşünen, hisseden bir varlıksa ki öyle, ilişkilerinde sadakati aramasa, onun yerine saygının peşine düşse daha mutlu olmaz mı?

Lerzuş der ki; illaki sadakat bekliyorsanız, köpek besleyin! İlişkilerin “olmazsa olmazı” her zaman saygıdır. Sevgi bile, saygının olmadığı bir ilişkide yeşeremez..

25 Ocak 2013 Cuma

Gidenlerden

Şu anda karşımda sen olsan ilk ne derdim acaba? Sokakta yürürken bir köşeyi dönsem ve seninle çarpışsak, ilk kelimelerim ne olurdu? Bunu kestirmek zor. Ne olmayacağını çok iyi biliyorum ama. “Neden?” diye sormazdım mesela. Daha çok “Nasıl?” benim merak ettiğim...

Zor bir çocukluğun geçmiş, çok belliydi. Sevgisiz bir ailede büyümüştün. Kendilerince sevseler bile bunu gösterebilecek bir dil geliştirmemiş, gülmeyen, sürekli senden beklentileri olan ve memnuniyetlerini zinhar dile getirmeyen bir anne babanın evladı olmak ne kadar zorsa, o kadar zordu hayatın.

Yapmaktan en çok hoşlandığın şey top oynamaktı, özellikle de futbol. Çok normaldi, çocuktun daha. Ama ayağına top değmeden geçti o en güzel günlerin. Top peşinde koşturmak, arkadaşlarınla oyun oynayıp yorgunluktan öğlene kadar uyumak yerine sabah ezanıyla diktiler seni ayağa. Hem de henüz altı yaşında. Önde baban arkada sen babanın işyeri olan kahvehaneyi açmaya gittiniz, henüz senin gözlerin uykudan yarı kapalıyken...

Çok merak ediyorum, baban hiç teşekkür etmiş miydi sana?

Sonra büyüdün, genç, yağız bir delikanlı oldun. Askere yollandın. Kars çıkmıştı kurada. O yıllar, çok zor yıllar... Hayvanların burunlarından akan salyanın, sümüğün soğuktan donduğu kışlar geçirdin. Beline her gün sardığın kuşak işte bu askerlikten yadigar kaldı sana. Askerden geldin, seni iki yıldır bir kere bile görmemiş annen değil de karşı komşun karşıladı seni. O sarıldı sana, annen değil. Kuru bir “Geçmiş olsun” ya duydun ya duymadın, çok emin değilim...

Öyle bir ailede büyüyüp de nasıl bu kadar sevgi dolu biri olup çıktın, işte ben bunu merak ediyorum. Gerçi sen de belli edemezdin sevgini, sarılıp öpmezdin kendi rızanla. Biz sana sarılsak bir yolunu bulup kısa kesmeye, geçiştirmeye çalışırdın. Ama emindim, severdin bizi, hem de canından çok...

İşte sırf bunu bildiğim için nedenlerini değil de nasılları merak eder oldum. Elin nasıl gitmişti kapıya, nasıl açıp çıkmıştın dışarı? Kapı ardından kapandığında, bir daha geri dönmeyeceğini bilerek nasıl hissetmiştin? Apartmandan çıkıp da Ocak ayazı vurduğunda yüzüne bir an, bir saniye için bile olsa geri dönmek geçmiş miydi aklından? Nasıl yürüdün geçtin caddeyi acaba, hiç tereddütsüz ve sert adımlarla mı yoksa yavaş yavaş, beklenmedik bir ses duyduğunda ürküp arkana bakarak mı?

Şimdi düşündüm de nasılları da konuşmazdım aslında. Şu an karşımda olsan hiç birşey çıkmazdı ağzımdan. Sadece sımsıkı sarılır, tütün karışmış kokunu içime çeker ve “Seni çok özledim” derdim.

Lerzuş der ki; zaman herşeyin ilacı olabilirdi belki, bu hasret olmasa...

17 Ocak 2013 Perşembe

Buzdan heykeller

Düne kadar küçük çocuklar gibiydim; geçmiş geçmişti zaten, gelecekse toz pembe. Hayallerim vardı benim, buzdan yapılmış heykeller gibi. İnce ince işlenmiş her an kırılacaklar sanki. Neyse ki onları yok edecek çöl rüzgarları henüz çok uzaklardaydı. Her sabah, diyordum, yepyeni bir umut, taze bir başlangıç, doyumsuz bir macera. Her yeni gün yeniden heyecanla kollarımı açıyordum geleceğe, gelecek dediğimiz sihirbazın getireceklerine. Toydum daha, gözlerim yarı açık hatta kapalı. Heykellerimle oynuyordum dilediğimce. Çocukluğumun enerjisi, gözlerimden yayılan ateş bile onları eritemiyordu. Biraz zorlasan, onları tamamen ortadan kaldıracak fırtınaların varlığını bile inkar edebilirdim. Ettim de...

Günler geçti, aylar bitti, yıllar eridi, ama ben ve oyuncaklarım dimdik ayaktaydık. Gerçi heykellerim küçülmüşlerdi, kimisine göre çok sıradandılar ama benimdiler ve ayaktaydılar. Şimdilik. Beni de hayatta tutuyorlardı. Yine de nedendir bilmem, o yakıp yıkan rüzgarları bekler olmuştum. Uğutularının rüyalarıma bile girdiğine yemin edebilirdim. Herşey öylesine durgun, sakinken ansızın başlayan, dağıtan yıkıp yokeden ve sonra çekip giden...

Bir gün geldi. Bir pazar günü. Diğer günler nasıl gelirse öyle. Ve geçti. Ama diğer günler gibi değil. Yeniden uyandığımda artık ne heykelciklerim vardı ne de ben. Önceleri varlığını inkar ettiğim rüzgarlar şimdi beni de heykellerimi de eritmiş, yoketmişti. Geriye ne bir nefes, ne bir su birikintisi... İşte o an, artık çocuk değildim.

Bilseydim geleceğin böylesine acımasız bir sihirbaz olduğunu, açmazdım kollarımı o kadar şevkle ona. Sıkıca tutardım bedenimi, siper olur heykellerime, onları korurdum. Eğer yine de eriyip yok olacaklarsa benim sıcaklığımla, benim gözyaşlarımla bölünmeliydiler binbir parçaya. Geleceğin o nankör nefesiyle değil. İllaki yok olucaklarsa ben parçalamalıydım onları, önceden hazırlayarak, yavaş yavaş terkederek, kimisini kırarak kimisini ezerek kimisini de başkalarına emanet ederek...

Ve bir gün daha geçti ve bir gün daha... Her sabah gözlerimi açmamı sağlayacak tek bir hayalim bile kalmamıştı. Özlemle kucaklamayı beklediğim gelecek, bir sihirbazın şapkasından çıkardığı tavşandı dün, şimdiyse ellerinin arasında kayıplara karışan bozuk bir para. Gözlerim eskisi gibi ateş saçmayı bırak, bakmıyorlardı bile. Ellerim tutmuyor, vücudum hissetmiyor, kulaklarım işitmiyordu sanki. Dolmak için hiç bir fırsatı kaçırmayan göz pınarlarım kurumuştu. Bir tek kalbim acıyordu. Hem de ne acı. Öyle ki esip geçen rüzgardan saklayabildiğim tek şey göğsümün üzerinde bir buzdağı gibi donup kalmıştı sanki...

Sonra yavaş yavaş ellerimi hareket ettirdim. Bazı sesleri hayal meyal işitir oldum. Üşüdüğümü hissettim bir an. Hoşuma gitmişti titremek, uzak, dedim o çöl sıcakları uzak. Bir daha uğramazlardı yakınıma, hem zaten parçalayacakları buzdan heykellerim de kalmamıştı... Kötünün içinde de olsa iyi bir yan bulmak avutmuştu beni ve bu avuntu çok kısa bir an sürdü. Bir telefon geldi Korkuteli’nden... Yanlış öğretmişlerdi bana. Adalet, geleceğin bir parçası değildi.

Ne zaman sonraki cama vuran aksime ilişti gözlerim. Fırtınalarda yok olan heykellerim gibi eriyordum sanki. Bir an, çok kısa bir an isyan etmek geldi içimden, savaşmak, direnmek geldi. Bağırıp oraya buraya saldırmak, bir şeyleri değiştirmek, düzeltmek... Sonra aklıma bir söz geldi; “Hayatta 4 şey geri gelmez; geçen zaman, ...” Diğer üçü umrumda bile değildi.

Camdaki aksimi sildikten sonra kalkıp babamın yanına gittim.

Lerzuş der ki; seven sevdiğini, özleyen özlediğini vakit kaybetmeden söylesin ! Bunları duyacak olanlar hala hayattayken, hala bir şansınız varken...

10 Ocak 2013 Perşembe

Bilinçsiz bilgiyi bilir misiniz?

Bu hafta ne hakkında yazsam diye düşünürken, canım yeğenim Güloşum (Ah Gülnihal), bir yazısıyla bana ilham verdi. Zaten “farkındalık, algı, sezgiler” konularında çorba olmuş aklıma, “bilinçsiz bilgi” konusunu düşürdü. İyi mi yaptı? Hiçbir fikrim yok... Ben yazınca siz de okuyunca karar vereceksiniz iyi mi oldu kötü mü...

Bilinçsiz bilginin ne olduğuyla başlayalım.... Bu, bilincimizin biz farkında olmadan sürekli bilgi topladığı ve bunları kaydettiği anlamına geliyor. Gördüklerimiz, duyduklarımız, farzettiklerimiz, varsaydıklarımız, yoksaydıklarımız ne varsa hepsini, kendi algılama biçimimize göre “bilinçsiz bilgi” olarak depoluyoruz.

Algı, tek gerçekse ve herkese göre değişiyorsa, tüm bu kodladığımız bilgiler de kişiden kişiye göre değişiyor ve ilişkileri aracılığıyla da hayatını etkiliyor. Aynı manzara bakan iki insan nasıl iki farklı şey görüyor ve nasıl ona göre farklı tepkiler veriyorsa, buradaki kodlamada bu şekilde gerçekleşiyor. Bakmak ne kadar evrenselse, görmek o kadar bireysel çünkü...

Bir güzel bunları kodladık tamam da nasıl kullanıyoruz biz bunları?

Bir kişi ya da bir olay ile ilgili fikirlerimiz, bilincimizin tam da bu kişi ya da olayla ilgili kodlayıp depoladığı o bilgiler ışığında oluşuyor. Örnekle daha iyi olucak galiba. Diyelim ki bir arkadaşınızın komşusuyla olan bir tartışmasına şahit oldunuz. Arkadaşınızın komşusuna yalan söylediğini, bu şekilde konuyu kapadığını farkettiniz. Hooppp o arkadaşınız ile ilgili “sıkıştığında” yalan söyleyebildiği algısı kodlandı ve gelecekte aynı kişi veya durum ile ilgili değerlendirilmek üzere saklandı. Her gün her dakika etrafımızdaki onlarca insan ve durum ile ilgili bu işlemin yapıldığını düşünün... İşte öylesine geniş bir bilinçsiz bilgi deryasına sahibiz hepimiz.

Bu sürecin bir sonraki aşaması yaptığımız öngörüler... Biz – bu bilgi kodlama ve istifleme işinden habersiz – bazı durumlarda olayla ya da kişiyle ilgili çeşitli varsayımlarda bulunuruz. Ve bu varsayımlarımız doğru çıktığında bunu tamamiyle “hisler”imize bağlarız. Aslında ne sadece hisler ne de sadece kodladığımız bilgiler tek başına iş görür. Buradaki hassas nokta; o bilgileri kodlayıp depolayan bilincinizin nasıl çalıştığı konusunda sizin “farkındalığınızın” olması.

Çetrefilli mi geliyor kulağa? Birini düşünün; kendisiyle ilgili pekçok şeyin farkında bile değil. Korkularını, endişelerini deşmeyen, hayatını “yüzeysel” yaşayan, tercihlerini sorgulamayan, hayattaki arzuları konusunda bir fikri olmayan biri. Böyle birinin algısıyla oluşan bilinçsiz bilgi bankası tarafından beslenen sezgilere ne kadar güvenirsiniz?

Sezgilerin, tanrının bir lütfu olduğuna inanılır. Ben buna katılmıyorum. Sezgilerin mevcudiyetinin; ya vardır ya da yoktur, siyah ya da beyaz gri yok şeklinde değerlendirilmesine karşıyım. Oysa durugörü, sezgiler falanlar filanlar hepimizde var. Sadece zahmet edip gerçekten uğraş vermiyoruz. 

Lerzuş der ki; derin sezgilere sahip olmak tanrının bahşettiği bir yetenek mi sadece? Sezgiler, kişinin kendi algısını berraklaştırarak, farkındalığını arttırarak sahip olduğu, uğrunda çaba sarfettiği bir değer olamaz mı? Bence olabilir...

3 Ocak 2013 Perşembe

Yeni yıl ile eski günlüklerin savaşı

Yeni yılın ilk günü tatil olunca Pazar tadında bir Salı geçirdim eski dostlarla. Dostlar eski olunca konuşulan konular da kişiler de eski oluyor tabii.

Tozlu, puslu konuları açtık kahveler eşliğinde. Daha önce bilmediğimiz ufak detaylara “Aaaaa... yaaaa...” gibi şaşkınlık nidaları eşliğinde vakıf olurken, herkes gibi benim “eski”ler de anıldı. Aslında abartmamam lazım, ben gökyüzüne bakıp milyarlarca yıldız içinde birini seçen ve ömrü boyunca o yıldız tarafından seçilmeyi bekleyen romantiklerdenim. Dolayısıyla, benimle ilgili bir tek dosya açıldı.

O da yetti zaten...

Bu sohbetten sonra melankolik bir halde eve döndüm. Eski günlüklerimin olduğu kutuyu çıkardım. (hata #1) Hiçbir şeyi biriktirmeyen, saklamayan ben, ondan kalan herşeyi; peçete üzerine yazdığımız ilk protokolümüzü, içindeki manide onun burcunun geçtiği Falım çiklet kağıdını, isminin başharfinin olduğu Bonibon kapağını, bana aldığı ilk hediyeyi, son hediyeyi, birlikte çekilen fotoğraflarımızı, yazıp gönderemediğim mektupları, yazıp gönderebildiklerimi, ona yazdığım ama bir türlü okutamadığım şiirleri, herşeyi saklamışım! (hata #2)

Bütün yazıları, şiirleri tarih sırasına koyup en eskiden yeniye okumaya başladım. (hata #3) Son satırı okuduktan sonra anladım ki aslında bunları saklamak, yıllar sonra ortaya çıkartıp okumak o kadar da büyük bir hata değilmiş. Neden mi? Açıklayayım...

İlk başta, insan o ilişkisinde yaptığı hataları – defalarca, üstüste, bıkmadan, usanmadan – okudukça, kendine dönüyor ve sorguluyor; “Onun sözlerini neden öyle algıladım? Neden öyle bir tepki verdim?” soruları üşüşüyor aklına. Neden hep aynı kısır döngüde kaybolmuşum ben, diye çaresizce kafa yoruyor. O zamanki halini, düştüğü durumları hatırlayınca üzülüyor. Ve kızıyor kendine onca zamanı aynı kişide yitirdiği için değil de, aynı hataları yaparak yıllarını kaybettiği için. Ama en çok kendine yaptığı haksızlıkları, yok yere kendi canını yakmalarını hatırladıkça acıyor içi.

Tüm bunları yaşarken hiçbirinde ağlamıyor. Çünkü olaylara dışarıdan, sanki üçüncü bir şahıs gibi bakmasını becerebiliyor artık. Çünkü zamanla öğrenmiş oluyor, olayları, yaşandığı zaman kapsamında değerlendirmesi gerektiğini. Ve böylece fark ediyor bu zaman zarfında ne kadar değiştiğini, daha doğrusu ne kadar “geliştiğini”. Kendisiyle gurur duyuyor. Gülümsüyor kendi kendine...

Ama bir an sonra, aklına başka bir soru takılıyor; “Ya 10 yıl sonra değil de 10 ay sonra aysaydım tüm bunlara? Ya daha kısa zamanda keşfetseydim kendimi? Aynı hatalarla hem kendimi hem onu hem de ilişkimizi bu kadar tüketmeseydim?”. İsmi geçtiğinde bile hala gözlerimin dalıp gittiği, rüyamda gördüğüm gecenin sabahı hala bir “garip” uyandığım bu hikayemin sonu nasıl olurdu acaba?

İşte bu soruyu düşünürken insan ağlıyor, elinde değil...

Lerzuş der ki; bazen hayatınıza öyle özel biri girer ki, çıktığında bile onu sevmeye devam edersiniz. Çünkü size ömürlük sevgiyi öğretmiştir, bilerek ya da bilmeyerek... Onlara teşekkür edin.